Saadet, bahtiyarlık, nimet ve en büyük mutluluk mânâlarına gelen Devlet; içtimaî bir varlık olmak üzere, beşerin (insanın) kurduğu en büyük ve en mühim müessesedir. Devlet, hukukî bakımdan, emretme hak ve yetkisine sahip ve o emri icra kuvvetinde olan yüksek sosyal nizamdır.
İnsan, kendi başına yaşayamaz. Hem kendi için hem cemiyet için yaşar; hayatı çifttir. Hem yaşadığı topluma hem de kendisini yaradana karşı görev ve sorumlulukları vardır.
İnsan olmasaydı devlet de olmazdı. O hâlde, insanın yükselişi devletin de yükselişi demektir. Yüce yaratıcı, kendi ruhundan üflediği insanı hiçbir zaman başıboş bırakmamıştır. O hâlde, Mevlânâ’nın nefis ifadesiyle; “Ölüm ile ölümsüzlüğü, iyi ile kötüyü, ilâhî ile beşerîyi benliğinde birleştiren” insanın en başta kendisini yoktan var edene ve içinde yaşadığı topluma, mensup olduğu milletine ve devletine karşı ödev ve hakları vardır.
Yüce Allah’ın özel yeteneklerle süslediği dünyanın cilâsı insanın vasıflarının ortaya çıkması için, onun her şeyden önce olumlu yönde işlenmesi gerekir. İnsanını yetiştiremeyen, ona değerlerini öğretip, benimsetemeyen ülkeler istikbalden bir şey bekleyemezler. O hâlde, insan, ülkelerin kalkınmasında en büyük unsurdur. Milletler ve medeniyetler insanlarla yükselip, insanlarla düşmüştür.
Eflâtun, devleti insanın vücuduna benzetir. Eğer devlet denilen vücudun bir kısmı ızdırap çekerse, bütün vücut muzdarip olur der. Devlete ızdırap çektirip, hasta edenler ve milletin (in) kollarını ve kanatlarını kıranlar, güçsüz iktidarlar ve onların kadrolarıdır.
Devletlerin ömrü fertlerden, milletlerin de devletlerinden daha uzundur. Milletin küçülüp büyümesi, devletin küçülüp büyümesi ile orantılıdır. Ulu Önder; “Benim nâçiz vücudum bir gün toprak olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” derken, devletinin (devletlerin) ve milletlerin ömrünün fertlerden daha uzun ve kalıcı olacağını vurgulamıştır.
Devlet, Tanrı’nın bir eseridir, onun için kutsaldır. Kudret, Tanrı’dan devlete ve devlet adamlarına geçmiştir. Türk inanışına göre, devlet adamına “Kut” denilmesinin hikmeti buradadır.
Kut, Tanrı’nın bir vergisi olması nedeniyle su ve nefes kadar kutsal sayılmış; Türk düşünce ve günlük hayatının da temellerinden biri olmuştur. Bu inanış ve anlayış halk inanışlarından gelişerek, yüksek bir devlet düşüncesi ve felsefesi olmuştur. Ondan sonra da olgunlaşarak, büyük devlet kurmuş olan Türklerde, halk kitlelerinin ruhlarına kadar inmiş ve onların günlük hayatını düzene sokar olmuştur.
Tanrı tarafından il (Devlet) ve Kut verilen hükümdarlar ve milleti eğer Tanrı yolundan çıkarlarsa, Kut ve İl’i elinden alınarak cezalandırılırdı.
İnsanımız bu inanışa dayanarak, de vleti “Baba” olarak görür ve asırlardır bu sözcüğü dilinden ve gönlünden hiç düşürmez. Babası onu zaman zaman azarlasa da, sevmese de, yaralarını sarmasa, karnını doyurmasa da ona yine küsmez, küsemez. Eğer küsmüş ve küstürülmüşse, kendisini devletini bahşeden yaradanına karşı gelmiş sayıp, en büyük günahı işlemiş olurdu. Eğer yanıldığı ve kandırıldığı için küsmüşse, ona değil (o gün de bugün de), başında bulunanları hizaya getirip, yol göstermek içindir.
Türk insanı yeri geldi mi devleti ve milleti için canını ve kanını vermekten çekinmez. “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” sözü de onun ruh yapısını ve karakterini sembolize eder.
Devleti iktidarlar idare eder, güçlü liderler de ona yön verirler. O hâlde devleti idare edenlerin vasıf ve karakterleri yanında, görev ve sorumlulukları çok büyüktür. Kuldan fakir adını kaldıracak, adalet ve hâkimiyeti sağlayacak, açları doyurup, çıplakları giydirecek, zalimin karşısında mazlumu koruyup, Hakk’ın kolu olacaktır. Bunun idrakinde olan halk da devleti için yayaşayıp, devleti için ölecektir.
Nitekim halkımız devletin başında bulunanları hiçbir zaman kendileriyle eşit tutmaz ve onlara üstün yaratık olarak bakardı. Hükümdarlarına karşı yüreklerinde samimî ve içten bir inanç beslerdi. Nitekim Orhun Kitabelerinde: “Tanrı gibi gökte vücud bulmuş Bilge Kağan” diye yazılması, hakanın manevî kişiliğine verilen büyük değeri gösterir. Bu samimî inanç, bütün Türk hükümdarlarında devam ede gelmiştir.
I. Murat Kosova ovasında; “Biz bir fikrin mücahitleriyiz, kasıp kavuran, yağmacı ve müstevli değiliz. Zulüm ve azamet (kibir)’in hâkim olduğu yerlere adalet götürüyoruz. Kılıcımızın kazandığı zaferleri, idaremiz altına perişan bir hâlde giren insanların refah ve saadetlerini sağlayan huzur, servet ve imar takip ediyor” derken, hiç şüphesiz bu sarsılmaz inancın huzuru ile dolu idi.
İnsan dahil, yaratılmışlardan ne var ise, yeryüzünde fânidir. Fâniliğin dışına taşan: Kadir-i mutlak Tanrı ile ebed-müddet devlettir. Devlet, ebedîliğini Allah’tan alır. Çünkü Yüce Yaratıcı’nın yarattığı kullara hizmet için vardır.
Çoğu kez biz hükûmetle (iktidar) devleti birbirine karıştırırız. Hükûmetlerin suçluluk faturasını devlete çıkarırız ve böylece bilmeden devleti yıpratmış oluruz. Oysa suçlu veya hatalı olan devlet değil, ona yön veren iktidarlardır.
Devlet, millete dayanır; millete dayanmayan, ondan kuvvet ve ilham almayan devletler (iktidarlar) sürekli ve devamlı olamazlar.
Hükûmetler her zaman değişebilir ve her zaman yeni bir şekil alabilir. Onun için devletle hükûmeti birbirine karıştırmamak gerekir. Hükûmetler gelip geçici, devlet ebed-müddettir.
Babadır devlet; yemez yedirir, içmez içirir, giymez giydirir. Nerede bir boynu bükük, düğmesi sökük ve kolu-kanadı kırık görse hızır gibi yetişir. şefkatli kolları ile hem beni, hem kendisini sarar.
Esen yelde, akan selde, bekçinin huzur veren düdüğünde, Mehmedim’in neşter vuran süngüsünde, doktorumun şifa saçan ellerinde, öğretmenimin kara tahtayı bölen günlüğünde, Ahmed’imin yuvasında, Alparslan’ımın ovasında, Sinanım’ın silgisinde, Nazlı Ayşem’in yazmasında, Hüseyinim’in kazmasında hep o vardır. Onun sevgisi, haşmeti, fazileti vardır.
Devlet adamı, gönül adamıdır; tartışmasını bilen, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayıran hassas bir terazidir. O haksızlığa siper, susamışlara kevser, zalimlere bilek, kimsesizlere yürektir.
Gazneli Mahmud’un aldığı bir ülkede kervan ile birlikte seyahat eden bir kadının eşyasını hırsızlar çalarlar. Bunun üzerine kadın, Sultan Mahmud’un huzuruna çıkarak eşyalarının bulunmasını veya ödenmesini ister. Sultan Mahmut Deyr Keçi’nin nerede bulunduğunu, hırsızların hangi kavimden olduğunu öğrendikten sonra, hiçbir şey yapamayacağını söyler. Bunun üzerine daha da umutsuzluğa düşen kadın pervasızca: “şu hâlde halkını koruyamadığına göre, niçin cihan kethüdalığı yaparsın? Ve ne biçim çobansın ki koyunlarını kurttan koruyamıyorsun? şimdi ha benim zayıflığım, ha senin kabiliyetsizliğin” demesi üzerine Sultan Mahmud’un gözlerinden yaşlar gelip mahcubiyet içinde:
“-Ey anne, doğru söyledin. Eşyanın bedelini vereyim; onların (hırsızların) işi için muktedir olabildiğim kadar tedbir alayım” diyerek eşyasını tazmin etmeleri için emir verir.
Devlet gemisinin su almadan yüzmesi, çarkın arıza yapmadan fasılasız dönmesi için devleti idare edenlerin hizmet aşkıyla kavrulup yanması ve ülkesinin her köşesinde gözünün ve kulağının olması gerekir. Göz ve kulaktan kasıt: Kubilay Han’ın nefis ifadesiyle: “Ne gördüğünü bilen, ne işittiğini gören gözler ve kulaklar” olmalıdır.
Halkın sesi Hakk’ın sesi olduğuna göre, halkın da devletine, dolayısıyla devlet adamına güvenmesi gerekir. Tarihimizde bu güveni veren devlet adamlarımızın sayısı hayli fazladır. Hiddet ve şiddetine rağmen bir halk adamı olan Ahmet Vefik Paşa’dan vereceğimiz şu misâl, dünü bugüne, bugünü yarına bağlaması bakımından ne kadar güzeldir:
Bir köylü kadın, paşaya müracaat edip, saatini kaybettiğini ve aradığı hâlde bulamadığını, eğer gözlüğünü takar ise kaybolan şeylerin bulunduğu yeri keşfeylediğini haber verdiklerini, bu sebeple köyünden Bursa’ya geldiğini ifade eder. A. Vefik Paşa, kadının hangi köyden olduğunu ve saatini ne zaman kaybettiğini sorup anladıktan sonra, bir müddet beklemesini söyler. Çarşıya bir adam gönderip, münasip bir saat aldırır. Kadını huzuruna çağırtıp tek gözlüğünü takarak; “Hanım ben kayıpları bulurum ama taze iken bulurum; sen vaktini geçirmişsin. şimdi bu saati al kullan; bir daha kaybın olursa, kırksekiz saat geçmeden müracaat et” diyerek hatırını hoş eder ve köyüne gönderir. Halkın devletine güvenmesi ne hoştur.
Halkına karşı görevini yapamayan, sorumluluğun bilincinde olmayan, birlik ve beraberliği sağlamayan ve bunu temin etmek için de yönettiği kitlenin psikolojisini ve çağının inançlarını göz önünde bulundurmayan devlet başkanları iktidardan uzaklaştıkları gibi, hattâ lânetle anılmışlardır.
Devlet adamı (lider) suyun kaynağıdır, Bakanları, valileri, kumandanları, müsteşarları, müdürleri bu suyun kollarıdır. Suyun kaynağı saf ve temiz olursa, kolları da saf ve temiz olur. Fakat suyun kaynağı bulanık olursa, kollarından saf ve temiz su beklemek mümkün olmaz. Tepede kavga, rüşvet, kayırma varsa altta da devam edecek; böylece dengeler kendiliğinden alt üst olacaktır. Onun için lider, yardımcılarını iyi seçmek ve devamlı onları kontrol etmek zorundadır.
Yusuf Has Hacip bu hususta: “Kötü yardımcı veya müşavir, hükümdarı da kötülüğe sevk eder. Bunlara karşı ihtiyatlı ve uyanık davranmak gerekir. Devleti idare edenler vazifelerini yerine getirmeyip gaflete düştüğü takdirde de, Tanrı’nın kendisinden hesap soracağını bilmelidir.” demektedir.
Devlet adamı, güçlü bir kadro kurmalıdır. Kadrodan maksat namuslu kadrolardır. Sadık, seçkin, hâkim ve kültürlü idare adamlarına görev verilmelidir. Devlet bir yana, her müessese, kadrosuyla ayakta durur ve meseleleri kucaklar. Güçsüz ve liyakatsiz kadrolar, ülkelerin felâket sebebidir. Her devirde liderlerin etrafında dalkavuklar vardır. Anadolu’da “Dalkavukluğun menzili yoktur” diye bir söz vardır. Bu tipteki insanların nerede duracağı ve ne yapacağı belli değildir.
Tarihte birçok şahsiyetli devlet adamının başını yiyenler bunlar olmuşlardır. Bu sebeple lider, etrafındaki insanları iyi tanımalı, doğru sözlü insanlara iltifat etmelidir. Lideri lider yapan çevresidir. Çevresindeki insanlar, lideri topluma yansıtırlar. Halkın sevgisi ve nefreti lider çevresindekilerden başlayarak lidere kadar uzanır. Unutulmamalıdır ki lider, ya çevresindekilerin omuzlarında yükselir, ya da onların ayakları altında kaybolup gider.
Milletleri ve ülkeleri idare edenler anayasalar, kanunlar, yönetmelikler değildir. Kanun ve yönetmelikler devlet idaresine şekil ve düzen verirler. Yöneticilerin ve halkın kul hakkı, utanma duygusu, Allah korkusu ve ecdat sevgisi yoksa, bu faziletler kalplere ve gönüllere yerleşmemişse her atılan adım geri tepecektir.
Peygamberimiz; “Din elden gidiyor diye ağlamayın, başınıza ehliyetsiz kimseler geçtiğinde ağlayın” derken aynı zamanda kıyametin bu yüzden kopacağını da anlatmak istemiştir.
Tarihimizi tetkik ettiğimiz zaman, ülkenin başında kuvvetli, şahsiyetli liderlerin bulunduğu devirlerde, milletimiz büyük başarılar elde etmiştir. Aksi ise ülkenin ve milletin felâketine sebep olmuştur. Tepeden inenler bırakın devleti, iki koyunu bile güdemezler. Cücelerden yüce görevler beklenir mi?
Diğer yandan lider, kadrosunu kurarken ilme ve ilim ehline (de) değer vermelidir. Çünkü ilim, sahibini zulümden, hak yemekten alıkor. Kendisini Yüce Yaratıcı’ya daha da yaklaştırır.
Türklerde devlet gemisinin kaptanı bilgidir. “Bilgi” ve “Bilge” sahibi olma, Türk devlet adamlarının başta gelen ve önemini hiçbir zaman kaybetmeyen özellikleriydi. Türkler, devletin gücünü ve devamını hakanın ve vezirlerin “bilgi” derecesi ile ölçerlerdi. Sadece Hakan/Kağanların bilgi sahibi olmaları yetmiyordu. Onların etrafındaki büyük memurların ve komutanların da bilgili olmaları şartı vardı. Nitekim Orhun Kitabeleri’nde “Bilge bilmez kişiler bilmedikleri için daima felâket ve yenilgilere sebep olmuşlardır” denilmektedir.
Devleti idare eden ve o makama oturmakla “ateşten gömleği” giymiş olan devlet adamlarının vasıf ve vazifeleri sayılamayacak kadar çoktur. Türk-İslâm düşünürü Fârâbî, bu vasıfları “Devlet Adamı anlayışı” adlı yazısında şu nefis cümlelerle anlatır:
“Devlet adamı (lider) sosyal bünye olarak memleketini, insanını bütün hususiyetleriyle tanımalıdır. Zalim olmadığı gibi, gafil de olmamalıdır. İdare-i maslahatçılğı fazilet saymamalıdır. İç çekişmelere kendisini kaptırarak ana hedefleri unutmamalıdır. Müşavirlerini ve mesai arkadaşlarını, haysiyetli ve şahsiyetli insanlardan seçmelidir. Paraya, mala-mülke değer vermemelidir. Büyük azim ve irade sahibi olmalı, lüzumlu addettiği şeyleri yapmakta cesur davranmalı, küçük ruhluluk göstermemelidir. Zeki olduğu kadar da hayâl kudretine sahip olmalı, hayâllerini gerçekleştirecek yüreğe ve idareye sahip olmalıdır...”
Türk milletini diğer milletlerden ayıran temel felsefede hükmetmek yerin hizmet yarışı yatar. Hükümdar gücünü Yüce Yaratıcı’dan ve kadirşinas halkından aldığından birinci derece sorumludur. Orhun Abidelerinde Bilge Kağan şöyle seslenir:
“Varlıklı, zengin bir m illet üzerine oturmadım. İçte aşsız, dışta çıplak, düşkün, perişan millet üzerine oturdum. Küçük kardeşim Kültiğin’le konuştuk. Babamızın, amcamızın kazanmış olduğu milletin adı sanı yok olmasın diye Türk milleti için gece uyumadım. Gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kültiğin’le iki şad (vezir) ile öle yite kazandım. Öyle kazanıp bütün milleti ateş su kıldım. Ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli, fakir milleti zengin, az milleti çok kıldım.”
Bilge Kağan bu satırlarda milletine hizmet etmenin gurur ve heyecanını ifade ederken, devlet adamlarımıza da en güzel telkini yapıyor.
Halka hizmet, Hakk’a hizmet anlayışı bütün Türk hükümdarlarının ortak yanlarıdır. Yusuf Has Hacib, Kutadgu-Bilig’inde bu durumu ne güzel izah eder: “Hakk’ın yükünü yüklenmiş olan kişi düşünerek hareket etmelidir. Çünkü toplum içinde sorumlu olan kişi odur. Eğer lider bir meşale gibi yanıp halkı ışığa boğmuyor, açları doyurup, çıplakları giydirmiyor, bütün bunların çaresi o iken, ilgilenmiyorsa, Tanrı bunun hesabını ondan soracak, sevinme ve avunma yeri olan cennetinden mahrum edecektir.”
Halkını iyi tanıyan lider, peşinde koşacak, ona güven verecek, onun gösterdiği yolda mutluluğu yakalaycak insanlardan farklı bir hayatı tercih etmelidir. Bunun için de yediğinden içtiğinden bindiği arabaya kadar dikkat etmelidir. Sokakları aç insanların kol gezdiği topluluklarda lider, lüks ve sefahat içinde yaşamamalıdır. Böyle bir durum, liderin gözden düşmesine neden olur. Peygamberimiz; “Hepiniz çobansınız, hepiniz güttüğünüz (idareniz altındakilerden) sorumlusunuz” derken bu gerçeği ne güzel açıklar.
Attila, çok büyük imkânlara sahip olmasına rağmen, ağaçtan oyulmuş tabak, çanaklardan yiyip içiyordu. Aynı dönemde Roma imparatorları ve etrafındakiler ise debdebeli bir hayat yaşıyorlardı. Süslü elbiseleri, yaşama tarzı Attila’yı etkilememiş, geldiği nokta hiçbir zaman başını döndürmemiştir.
Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid’e Ford firması bir otomobil hediye etmek ister. Abdülhamid, hediyeyi sunan zatı yanına alarak sarayın penceresi önüne getirir ve caddede koşturan kalabalığı göstererek:
“-Bakın benim tebaam, atla, paytonla ve yaya gezerken, ben sizin hediye edeceğiniz arabaya binemem” diyerek hediyeyi nazikçe reddeder.
Bu sorumluluk nereden geliyordu? Devleti idare edenler örf ve âdette atalarını; ölçüde, İslâmı hayatlarına hayat yapmışlardı. Gözlerinin ve gönüllerinin renkli ışığı Hz. Muhammed, kılavuzları Kur’andı. Leon Cahun diyor ki:
“Çağdaş krallar, kendi milletlerine kan kustururken, Türk devlet başkanları, hayattaki ödevlerinin, açları doyurmak, çıplakları giydirmek ve fakirleri refaha kavuşturmak olduğuna inanarak, milletine hizmet ederler. Bu amaçla Türk hakanları, yerine getirilmesi gereken görevleri dolayısıyla gece uyumaz, gündüz dinlenmek nedir bilmezler. Türk ismi ve millî başarı için, gece-gündüz uğraşır didinirler. Türk hakanları, sadece ve sadece kendi milletinin refahını düşünürler...”
Yönettiği insanları mutlu etmek için, gecesini gündüzüne katan ve bunun bilincinde olan, dünya tarihinin en büyük ve en muhteşem devletini kuranların Selçuklu-Osmanlı yaşayışları sade, oturdukları yer bir çilehane gibidir. Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey “Allah’ın evi (cami) yanında kendime köşk yapmaktan hicap duyarım” derdi. Büyük yollar boyunca yolcuların meccanen (bedava) kalmalarını sağlayan ve muazzam medeniyet âbideleri olan kervansarayların bânileri, kendileri için Konya’da ancak kerpiç konaklar yapmışlardır. Bu yüksek ananeye sadık olan cihan hükümdarı Osmanlı sultanları o muhteşem camiler yanında mütevazı Topkapı Sarayı’nda oturmakla Türk milletine has feragatın tam örneğini teşkil ediyordu.
Topkapı Sarayı’nı gezenler, bilhassa yabancılar çelişik duygular içinde ayrılırlar. Üç kıt’a, yedi iklime yayılan ve şefkatli kolları 20 milyon 840.000 kilometre kareye ulaşan “Güneş Ülke”nin sorumlu ve yetkililerinin böylesine sade ve mütevazı hangarda yaşadıklarına ve bu çilehaneden dünyaya nizam verdiklerine bir türlü inanmak istemezler, hayretten hayrete düşerler.
Kıt’aları yastık, denizleri çarşaf, çağları da tahteravalli yaparak dünyaya hükmedenlerin yalnız yaşayışlarında değil, giyinişlerinden yemek yiyişlerine kadar bir sadelik, bir tevekkül göze çarpar. Öyle ki çoğu normal bir aile hayatı yaşayacak vakit bile bulamamışlar, ömürleri savaş meydanlarında, at sırtında geçmiş; kimisi çadırda, kimisi de saraydan çıkmamasına rağmen üzüntüsünden felç olarak ölmüşlerdir.
İslâmiyetle bu kadar hemhâl olan, ilây-ı Kelimetullah uğrunda durmadan çalışan Fatih’in Trabzon’un fethi sırasında Sare (Saray) Hatun’a verdiği cevap; ”Hey Ana, bu zahmet din yolunadır. Bizim elimizde İslâm’ın kılıcı var. Bu zahmete katlanmazsak bize Gazi demek yalan olur.”
Devleti, sıhhat gibi en büyük mutluluk ve bahtiyarlık addeden, saltanatın bir cihan kavgası olduğunu söyleyen, dünya imparatorlarını atının üzengisi önüne çöktüren ve;
“Bütün dünya benim olsa gamım bitmez nedendir bu
Çün ezelden hak-i gamla mezc edilmiş bedendir bu”
diyen Kanunî; Koca Sinan’a Süleymaniye’yi İstanbul’un yedi tepesinde inşa ettirirken kendisi de mütevazı bir sarayda yaşar. Buna rağmen ataları gibi cihan hâkimiyetinden asla vazgeçmez; yine bütün dünyayı ister. Ancak idare ettiği halka olan sorumluluğunu da hiçbir zaman unutmaz.
Yine Kanunî hasbahçesindeki nar ağacının karıncalar tarafından istilâ edilmesi üzerine, karıncaların öldürülmesi hususunda
“Dırahtı (ağacı) sarmış olsa karınca
Zararı var mı karıncayı kırınca”
mısralarıyla Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’den fetvâ isterse de
“Yarın divanına Hakk’ın varınca
Süleyman’dan alır hakkın karınca”
diyerek red cevabı alır. Yine Kanunî, toprağa Ebussuud Efendi’den aldığı fetvalarla beraber gömülmeyi vasiyet eder. Fetvayı veren Ebussuud ise “Ulu Divan”da hesaba çekileceği için hüngür hüngür ağlar.
Hakla hükümdar arasındaki fark, yetki ve sorumluluktadır. “Ateşten gömlek” olan o sorumluluk, düşündükçe hayatı zehir eder; geceleri uyutmaz, kıvrım kıvrım kıvrandırır; yaktıkça yakar. Dahası da “Ulu Divan”da yaptıklarının santim santim hesabı vardır. Bu mesuliyet ve görev aşkı; ‘“Keşke şöyle ot olsaydım; bir keçi yeseydi ve sonra insanlar tarafından yenseydim”, “Dicle’de bir kurt koyunu parçalasa benden sorulur” diyen, sırtında un ve kerpiç taşıyan, adaletin kalesi Hz. Ömer’e dayanır ve kademe kademe zamanımıza ulaşır, onu da geçer... |
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder