2 Nisan 2010 Cuma

Türk Piramitleri

Bugün Çin Halk Cumhuriyeti'nin sınırları içerisinde yer alan, Xian şehrine 100 km uzaklıkta Qin Ling Shan dağlarında Ön-Türk uygarlıklarından birisi tarafından inşa edilmiş, etrafında irili ufaklı 100 adet piramitle beraber, 300 metre yüksekliğinde bir piramit bulunmaktadır:BEYAZ PİRAMİT

Beyaz Piramit'in ikinci dünya savaşı sırasında Çin'e yardım malzemesi götüren bir C-54 uçağından çekilen fotoğrafı 1957 yılında ilk kez Life dergisinde yayınlanmıştır.



Bu piramitleri araştırmak üzere1994 yılında Şensi bölgesinde bir araştırma gezisi yapan Alman bilim adamı Hartwig Hausdof kendi koleksiyonundan birkaç resmin halka açılmasına izin vermiştir. Hausdorf'a göre piramitlerin yapım tarihi en az M.Ö. 2500'ler civarındadır.

Bölge Çin Halk Cumhuriyeti tarafından yasak bölge ilan edilmiş olduğundan dolayı Piramitler içerisinde bulunan Mısır medeniyetinden çok ileri bir teknikle mumyalanmış olan cesetler ve Ön-Türkçe yazıtlar üzerinde araştırma yapılamamaktadır.

Kazım MİRŞAN , yaptığı araştırmalarda Ön-Türk uygarlıkları tarafından OT-OĞ olarak isimlendirilen Ön-Mısır'a M.Ö 3000 Yıllarında Doğu Anadolu'dan Isub-Ög yazısının gittiğini tespit etmiştir. Kazım MİRŞAN'ın bugüne kadar anlamı çözülemeyen 184 adet mısır hiyeroglifini Ön-Türkçe olarak okumuş olduğu ve mumyalama tekniklerinin yine M.Ö. 3000'li yıllarda Altaylarda geliştirildiği düşünülürse Piramit inşa teknolojisinin Eski Mısır'a Ön-Türk Uygarlıkları tarafından öğretildiği sonucuna ulaşılmaktadır.

Tüm İnsanlık tarihini değiştirerek; MEDENİYETİN ASIL YARATICISININ TÜRKLER OLDUĞU SONUCUNU DOĞURAN bu olağanüstü keşif, batı maşaları tarafından ısrarla görmezlikten gelinmekte ve insanlığın bilgisinden daha uzun süre saklanması mümkün olmayan bu piramitleri başka bir uygarlığa mal etmeyi amaçlayan maksatlı çalışmalar yapılmaktadır.

Resim


Piramitlerin ebat, orijinal şekil ve büyüklükleri, dikkat çekmemesi açısından sanki maksatlı olarak tahrip ve kamufle edilmiştir.

Olayın en ilginç yanı, üstleri toprakla doldurulup, kamuflaj amacıyla ağaçlandırılmış olmalarıdır

Resim


Kaynak ve ayrıntılı bilgi için; Haluk TARCAN'ın "Ön-Türk Uygarlığı adlı eserine bakabilirsiniz.

25 Şubat 2010 Perşembe

SON BOZKURT: MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

SON BOZKURT: MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

Yakup ÇETİN


Yüce Tanrı, her yüzyılda bir büyük Türk Milletine bir kurtarıcı gönderir. Bu kurtarıcılar Türklüğün önünde bir Bozkurt gibi yürür ve milletimizi aydınlığa çıkarır. İşte Türklüğün son Bozkurt’u cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’tür. Nitekim Bozkurt Atatürk kurduğu devleti Türkçülük temeli üzerine bina etmiştir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında da Türklüğün milli belirtkesi Bozkurt’un çokça kullanıldığını görüyoruz. Atatürk, kendine özgü dehasıyla tarihi çok iyi incelemiş ve Türklüğe Türklüğünü yeniden öğretmiştir. O Türklüğü yeniden ayağa kaldırmak için çabalıyordu. Bu nedenle Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ni kurmuş ve tarihi araştırmaların yoğunlaşması için her zaman öncülük etmiştir. H.C. Armstrong gibi bir Türk düşmanı onun dehasını kavramış ve Bozkurt adıyla Atatürk’ü anlatan bir kitap yazmıştır. Bozkurt kitabı çok taraflı olmasına rağmen bir Batılının bile Atatürk’ü anlayabileceğini göstermiştir. Ancak bizim gibi soyuna ihanet eden bir neslin bu büyük Türk kahramanını anlaması çok zordur. Biz ona layık bir nesil değiliz. O hayatını her şeyden aziz tuttuğu Türk Milletinin var olması için harcamış bir Bozkurt’tur. Biz ise kahpe dünyanın zalim çarkında koyun gibi meleyen zavallılarız. Atatürk devletinin parasına, puluna, sigarasına işlemiş ve Türk’ün kendisini görmesi için çalışmıştır. Soyadı kanunu çıkınca Mahmut Esat Bey’e Bozkurt soyadını bizzat o vermiştir.








Batılılar Atatürk’e Bozkurt diye hitap ediyorlardı. Bu da bu büyük insanı çok mutlu ediyordu. Çünkü o bir Bozkurt’tu. Kahramanmaraş’taki kaleye Türk Bayrağını kaldıran bir Bozkurt heykeli dikmiştir. Ama ismet İnönü döneminde Bozkurt ile ilgili ne varsa ortadan kaldırılmıştır. İsmet İnönü gizliden gizliye Atatürk ve Türklük düşmanlığı yapan bir soysuzdu. Lahey Sürekli Adalet Divanı, Atatürk’e bir Bozkurt heykeli armağan ederken içimizden bir hainin, kurtarıcımıza ve milli belirtkemize yaptığı bu suikastlar Türk tarihine kara bir leke olarak geçmiştir. Bizim ne kadar zavallı bir nesil olduğumuz Atatürk’ün milletimize emanet ettiği Bozkurt’a ne kadar saygılı olduğumuzdan bellidir.

Atatürk’ün Türk Milletine Tanrı tarafından gönderilmiş bir kurtarıcı olduğu 26 Ağustos 1922 sabahı Afyon ovasında meydana gelen olağanüstü bir olay ispat etmektedir. Olay şu şekilde gelişmiştir:

“ 26 Ağustos 19212 sabahına kadar, günlerce gece yürüyüşü yaptık. Bir önceki günde akşamdan sabaha kadar yürüdük. Dağ, taş askerle dolu idi. Şafak atmış ortalık yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı. Ben manga çavuşu olduğum için önde yürüyordum. Derken 20-30 metre ilerimizde bir kurt belirdi. Kurdu görenler heyecanla bağrışmaya başladılar. Kurt önümüzde yürüyor, bazen dönüp bize bakıyordu. Arkadaşlarla ‘uğur, uğur!... Bu kurt uğurdur. Zafer müjdecisidir. İnşallah zafer bizimdir’ diye konuşuyorduk. Moralimiz birden bire düzeldi. O kalabalık asker arasında bu kurt nereden gelmişti. Nereye gidiyordu bilmiyordum. Ama biz ‘zafer bizimdir’ diye sevindik. Bizim memlekette ‘kurt görmek insanlara uğur getirir’ denir. Ama, diğer asker arkadaşlar da aynı inanca sahiplenmiş, onların memleketlerinde de kurt görmek uğurmuş… kurt önümüzde 15-20 dakika yürüdü. Sonra kaybettik. Eminim ki öteki birliklerdeki askerler de bu kurdu gördüler.”

GÖKBÖRÜ OYUNU

GÖKBÖRÜ OYUNU

Yakup ÇETİN


Gökbörü oyunu Türklerin en eski milli oyunlarından birisidir. Bugün bile Türkistan Türklerinin en önemli atlı sporlarından olan bu oyuna Türkiye’de “Öndül Kapmaca” adıyla rastlanmaktadır. Bu oyuna Türkistan’ın bazı bölgelerinde “Kökperi” veya “Köpkeri” de denilmektedir. Bu oyun özellikle Kırgızlarda, Özbeklerde, Türkmenlerde daha bilinmektedir.

Kazakistan’ın Seyhun bölgesiyle bu bölgenin kuzeyindeki bozkırlarında canlı bir biçimde Gökbörü oyunu yaşatılmaktadır. Ancak İrtiş nehri bölgesinde ve Sibirya’da yaşayan Kazak ve Kırgızlarda bu oyunun ancak adı kalmış ve unutulmaya başlamıştır.

Eski Türk destanlarında Gökbörü oyunu adı çok geçer. Bazı zalim düşmanlar Gökbörü veya oğlak yerine konularak askerle parçalattırılırdı. Cirit gibi atlı bir spor olan bu oyunun kuralı at salıp koşarak oğlağı kapmaktır. Oyundaki alet, başı ve ayakları kesilen ve içine saman doldurulan bir oğlak olduğu için oyuna oğlak da derler. Gökbörü oyunu Türk boyları arasında değişik biçimlerde oynanmaktaysa da aşağı yukarı aynı gibidir. Kazak ve Kırgızlarda bu oyun şu şekilde oynanır:
Kesilmiş bir oğlak, oyuncu atlılardan biri tarafından yerde veya havada yakalanır. Yakalayan bu oğlağı, atlı eğeri üzerine koyup ayağı ile sımsıkı tuttuğu halde alabildiğine atını koşturur. Diğer oyuncu atlılar onu takip eder. Oğlaklı atlıya yalnızca yetişmek yetmez. Ondan tuttuğu oğlağı almak gerekir. Atlıya yetişen kişi oğlağı alamıyorsa onu attan düşürmek için uğraşır. Oyuncuyu attan düşürmek Kazaklarda çok beğenilen bir şeydir.

Oğlaklı oyuncu avını kaptırmadan belirlenilen yere geldiği zaman oğlağı bırakır ve bu sayede puan kazanmış olur. Atlılardan biri yerdeki oğlağı alır ve diğer atlılar onu takip etmeye başlarlar. Gökbörü oyununda atın iyi olmasından ziyade binicinin yetenekleri önemlidir. Çünkü bu oyun savaş eğitimi gibidir. Savaşçılar da eski çağlarda çok iyi biniciler olmak zorundaydılar. Diğer Türk boylarından birinin Gökbörü oyunu hakkında Philip Borchers de şu bilgiyi vermektedir:

Kesilen oğlağın içi çıkarıldıktan sonra karnı dikilir ve ayakları kesilir. Bu biçimde de oğlağın kilosu yine elli kiloyu bulur. Av yolun üzerine bırakılır. Atlılar ona doğru koşarlar. İçlerinden birisi atından eğilerek oğlağı alır. Eğerinin önüne yerleştirir. Ayaklarıyla sıkıca tutar. Sol elinde dizgin, sağ elinde kamçı olduğu halde dört nala uzaklaşır. Atlının bu biçimde eğerinin üzerinde durması çok zordur. En önde bacağının altında avı olan atlıyı diğer oyuncular oğlağı almak için takip ederler. Atlı avını kaptırmadan oyun alanını bir kez dolaşırsa puan kazanmış olur. Sonra koyunu yere atar. Kim en fazla puan kazanırsa günün galibi o olur. Oyuncular birinciye yetişirse onu sararlar ve koyunu almak için çok çetin bir boğuşma meydana gelir. Öğleden sonra oyun birince kesilen hayvan kızartılır ve yenir.

Gökbörü oyunu birçok Batılı gezgin tarafından anlatılmış ise de oyunun kuralları genelde aynıdır. Gökbörü oyunu çok eski çağlara uzanan bir tarihe sahiptir. Türklerin savaşa hazırlanmak için devamlı oynadıkları milli bir oyundur. Kök-Türklerden kalmış olması büyük olasılıktır.

KIZILDERİLİLERDE KURT’UN YERİ

KIZILDERİLİLERDE KURT’UN YERİ

Yakup ÇETİN



Son devirlerde yapılan bir dizi teknolojik araştırma yeni yönlerin keşfine sebep oldu. Bazı dillerde (Sümer, Hıt, Elam, Kütü), Avesta’da Türk kökenli kelimelerin olması, dünyanın bazı halklarının dünya görüşü, mitoloji, folklor ve dini abidelerinde Türk soylu suje, şahıs ve motiflerin mevcutluğu zamanla kabul edilmeye başlanmıştır.
Orta Çağ’da ve belki de daha eski devirlerde İskandinavların Kafkas’dan göç etmeleri ve onların Kafkas kökenli asırlarla, İskitlerle ve Proto-Türk kökenli halklarla akraba olmaları hakkında da ilginç fikirler öne sürülmüş ve araştırmalar yapılmıştır. Tüm bu meseleler hala tam olarak araştırılmamıştır. Onların esaslı araştırması Türk haklarının kökeni eski tarihi ile onların köklerinin açılmasında yeni sayfalar açacaktır.
Bilindiği gibi, son devirlerde dünyanın birkaç öncü Türkoloğu Amerika Hinduları ile Türk haklarının kökünün bağlılığı hakkında ilginç fikirler söylemişlerdi. Bazı Hindu kabilelerinin dünya görüşünde, dini düşüncelerinde, efsane ve folklorunda, adet ve ananelerinde Türklerle fazlası ile uygunluklar görmüşlerdir. Amerika kıtasında yaşayan Hinduların Türk soylu olması fikrini söyleyenler de vardır. Amerika Hinduları ilk eski Türklerin etnik akrabalığı ve yahut da bu haklar arasında olabilecek kültürel manevi ahenklerin mümkünlüğü fazla ciddi ilmi bir problemdir ve ünlü araştırmacılardan Otto Rerığ, akademik A. Karımullin, Ahmet Ali Arslan, Alısa Nicat ve birkaç araştırmacı bu problemle alakalı ilginç fikirler söylemiş ve değerli eserler yazmışlardır.Tüm bunlara rağmen, ele alınan konu hala tam, gerekli seviyede açılmamış olup, bunun geniş, kompleks, şekilde araştırılmasına ihtiyaç vardır. Öyle ki, etnograflar, etimoloji ile uğraşanlar, Linguistler, Kurtologlar, folklorşinaslar 5 farklı anketle bu meseleyi araştırdılar.Anlaşıldığı gibi, günümüze kadar Hinduların edebiyatı, kültürü, folkloru tam olarak araştırılmamıştır. Aynı zamanda bellidir ki XIX. Asrın önlerinden başlayarak birkaç ünlü Amerikalı yazar, alim batı dünyası için maceralı karakter taşıyan Hindu edebiyatını, kültürünü öğrenmeye çalışmışlar ve bu onların bedii edebiyatına yansımıştır, araştırmacılar için bunların büyük önemi vardır.
Eski Hindu kültüründe inşa etmek, bu alanda birkaç kavramlık misallere aydınlık getirmek için onların tarih boyu dünyanın hangi halkları ile alakada, iletişimde oldukları izlenilmelidir. Araştırmacılar söyle bir sonuca vardılar ki Hindular Sibirya’dan, Alaska’dan ve Merkezi Asya’dan geçerek Amerika kıtasına gelmişlerdir. Bu onların eksimoslarla alakadar olduğunu gösterir. Bu fikirlerin dairesinde birkaç tutarlı delil alıp araştırmayı amaç edindik. Bunun için ilk sırada Hinduların ve Türklerin dünya görüşlerinde bulanan genel faktörleri almam lazımdır. Bu problemin açılmasında totem ve tabu esas rolü oynayabilir. Hemen mesele ile alakadar ilim aleminde eskiden ispat olunmuş faktörlerden biri ondan ibarettir ki, eski Türklerde şamancılığıyla yanaşı, totemizm de güçlü olmuştur. Birkaç abidede, mes, tulu-kuşu, gaba-ağaç, kurt yüzü mübarek olur ve (Kitabı-Dede-Korkut) bunu gözlemek olur. Eski Türk halklarının abidelerinde at, yılan kaplumbağa, kurt ve kartal vardır.
Tüm bu totem ve tabular içerisinde kurt ve köpek-it, konusu önemli yer tutar. Şöyle ki, hem eski Türklerde, hem de eski Hindularda kurda inam gücü olmuştur. Çeşitli durumlarda çeşitli kabile ve tayfalar arasında totemler değiştikleri halde kurt daha derin kök salmış, yüksek mevki tutmuştur. Bu da kendi sırasında eski Türk halklarının cedlerinin kurttan üremesi inancından doğuyor. Bu konuya bağlı eski Çin ve Türk kaynaklarında değerli bilgiler var. Geçen yüzyılda büyük Rus alimi ve seyyahı N.Y. Biçuri’nin Çin’e araştırma seyahatleri zamanı topladığı kaynaklardan Türklerin Kurt’tan türemesi konusunu gözlenmiştir. O ömrünün yirmi yılından fazlasını hasrettiği araştırmalarından birinde der ki;”Türkyuk evinin cedleri Batı denizinin batısında yaşıyor ve tek bir toplum oluşturuyorlar. Bu Aşna denilen Kunn evinin dolu olmasıydı. Sonraları bu nesil komşu hükümdar tarafından yenildi ve tamamen kökü kesildi. Onlardan yalnız 10 yaşlı ile bir oğlan sağ kaldı. Yaşı küçük olduğu için askerler ona acıdılar, kollarını ve ayaklarını kesip onu bir göle attılar. Dişi kurt oğlanı buldu ve onu etle besledi. Hükümdar duydu ki, oğlan yaşıyor, oğlanı bulup öldürmesi için adam gönderdi. Gelen adamlar oğlanın yanında dişi kurt göndüler. O zaman, Çin rivayetinde değinildiği gibi, bu dişi kurt Batı denizinin doğusundaki Qao-Çan’ın kuzey batısında olan dağlarda göründü. Dişi kurt burada sığınak buldu ve oğlandan on çocuğu oldu. Ve onlar da büyüdükten sonra evlendiler ve çocukları oldu. Sonradan her biri kendi neslini oluşturdu.
N.Y. Biçuri’nin Çin kaynaklarında bulduğu birkaç tür abidelerinde bu gözlenmiştir. Türk araştırmacılarında da bu meseleye geniş yer verilmiştir. Bazı ilk Avrupa halklarının folklor ve rivayetlerinin kökleri Asya-Troya kaynaklarına, böylece de Türk-Kun kaynaklarına dayanır. Kabileler iki yere ayrılırlar, yanan ateşin etrafında dans eder ve kutsal ruha teşekkürlerini ifade ederler.
Hindu folklorunu araştıran ünlü Rus alimi A.V. Vaşşenko yazar ki: “İnsan-Kurtlar Doğu ve Kuzeye doğru ilerlediler” veyahut “Görünür, hemen o insan kurtlar mogikanlardı. Ona göre kurtlar onların totemi idi.” Hinduların çok ünlü folklor örneği sayılan “Vallamolum” poemasında da Kurdun adı çekilir. “Vaviahtanların adasında Güçlü Kurt vardı ve o kabilenin başı idi.” Beyaz kurdun babaları ile kartalın babaları uzun zaman balıkla zengin olan suların yanında yerleştiler.”
“Kuzey, güney ve doğunun adamlarını getirdiler. Daha sonra ilk avcılar, rehberler, şamanlar ve onların karıları, kızları, köpekleri geldi.” Hinduların masal ve efsanelerinde de kurtlarla bağlı fazla ilginç örnekleri var.
“Kara Kurt her şeyi anladı. Tayfanın adamları avdan döndüğünde büyük bir ateş yaktılar ve et kızardığında halkına yeni bir dans öğretti. Şimdi tüm dakota tayfasının oynadığı ve Kara Kurt’a şöhret kazandıran bu yeni dans “onların dansı”ydı.''
O ansızın kımıldamadan oturmuş. Gri Kurt'la karşılaştı. Kurt dedi ki: Ben Kutsal dağların bekçisiyim. Seni daha yukarılara götüreceğim''
“Gri Kurt” yolda yalnız başına giderdi. Kuyruğunu sallayıp, gözünü sahibinden çekmeden köpek de onun arkasında sürünürdü” gözlenmişti. Şöyle ki, hususi ile Roma efsanelerinde bu mesele açık-aydın görünür: “Efsaneye göre, Latin şehirlerinin birinin padişahı kendi kardeşi kızının ikiz doğmuş iki oğlunu-konulu ve Kemi Tibr çayına atmayı emretmişmiş. O korkuyordu ki, çocuklar büyüdükten sonra onu tahttan mahrum ederler. Çocuklar kurtulurlar. Bir dişi kurt onları kendi sütüyle büyütür. Roma da Kapitoli tepesine Kurt heykeli koyulmuştur.
Büyük Kun İmparatoru Atilla’nın Kurt’tan yaranması hakkında Avrupa’da da rivayetler olmuştur. O Süleymanov’un araştırmalarında da bununla ilgili değerli delillere rastlıyoruz.Sujenin Macar varyantı İtalyanlara da malum oldu. A. N. Vslelovkski’nin kitaba dahil ettiği İtalyan rivayetlere göre kendi kızını Bizans taht-tacının veliahtı ile evlendirmeyi kararlaştıran Macar kralı kızı tecavüzlerden korumak için geçici olarak kaleye koyar. Kralın beklemediği bir iş olur. Şehzade kız onunla birlikte kulede olan köpekten çocuğa hamile kalır ve Atilla doğar. Bu bilgiye uygun olarak, İtalyan ikonografiyası Kun hükümdarını köpek kulaklı tasvir ediyordu. A. N. Vselovski’nin yazdığına göre, İtalyan rahibleri “önceleri (kururk) fahri olduğu için dikkati çekmeyen bir şeyi “Atilla’ya kabahat tutmuşlar. Rahibler Attila’nın simasında köpekbaşların devamcısı yecuc mecucu görüyorlardı. Zaman geçtikçe, köpek hakkında hayaller değişir ve bazı tayfalarda bu fahri yeri kurt tutar.
Çin araştırmacılarının malumatlarına göre eski Türklerin bayrağında kurt başı şekli varmış. Düşünülür ki, bu bayrağı Avrupalılar görmüşler.”Erken Orta Çağ’da da bir sıra İskandinav haklarının, hususiyle, İrlanda ve İzlandalıların folklor örneklerinde kurt totemi büyük yer tutuyor. Bu da kendi heybetinde İskandinavların Kafkas’dan göç etmesi menşece Assar ve İskitlilere bağlı olması fikrini bir daha ispatladı.”
“Kuhilin” destanında evin köpeğinin öldürülmesinin imkansız olması motifi var. “Büyük Edda”, “Küçük Edda” destanında , hem de Snorri Sturluso’nun diğer eserlerinde belirtildiği gibi eski Türklerin Troya’dan göç etmesi” ve Avrupa’da yurt salması hususiyle dikkati çeken misallerden biridir.
S. Sturluso’nun ve sonraki devirlerde yaşayan diğer araştırmacıların eserlerinde denildiği gibi, eski Türk kabilelerinde kendi sırasıyla Kafkas’dan Altay’a Avrupa’ya ve Amerika’ya göç ettiler. Öyle ki, Kurt toteminin eski Türk İskandinav, Roma, Avrupa halkları yanı sıra Eskimo kabileleri arasında da yayılması tesadüfi değildir ve bu eski ile alakalı olmuştur.
Bazı Hindu kabilelerinin inamları (bazıları yok), Türk dini ve dünya görüşüne daha çok bağlıdır. Ünlü Türk tarihçisi B. Ögel’in Kunların bir dini merasimi ile ilgili verdiği malumat dikkati çekiyor.
“Önceleri köpeği iyice beslerler. Köpek şişmanladıktan sonra onun boynuna renkli ip bağlarlar. Ölünün ruhunun ona kurban edilen köpek tarafından korunacağına inanırlar.”
Bu adet aynıyla İrokez kabilesinde de var: “Birinci gün köpeğin boğulması törenidir. Bunun için en sağlıklı ve beyaz köpek bulunur. Beyaz renk-İrokezler için temiz ve inam sembolüdür. Köpeği boğdukları zaman, eyere bir damla kan düşmemesi ve köpeğin kemiklerinin kırılmamasına çalışılırdı. Köpeğin boynuna beyaz renkli ip bağlanırdı. Bu bir saadet, itibar sembolüydü. Aynı zamanda köpeği çok istekli süslüyorlardı ve bunu kendileri için hayırlı bir iş sanıyorlardı. Süslenmiş köpek cesedini yerden sekiz lut yükseklikte sütundan asıyorlardı. Ceset beş gün gece-gündüz sütunda asılı duruyordu. Beşinci gün sabahı onu yakmak için indiriyorlardı. Dört kabile iki köpek yakıyorlardı. Cesetleri yaktıkları zaman hemen hemen herkes ağlardı.
XIV. asrın Amerikalı şairi ve Hindu folklorunun güzel bilicisi, H. Longfelleo’nun da yaratıcılığında kurtla bağlı misale rastlanır. Onun Hindu hayatından bahseden ünlü poeması “Hayavata hakkında nağme” eserinde kurt derisinden olan şehirli torbadan konuşma gelir.
Pok-kiviş tantomeyle
Kurt derisinin torbasını
Açıp, ordan önce bir
Cam çıkarttı, sonra bir-bir
Çıktı çöle bu torbadan
Pogasenin fikurları:
Tomagouk, Ponkevogon
Bir helaca balıg-kigo
Bir çift yılan, bir çift yaya!
Belki de bu kutsal torba-yani kurt derisinden dikilmiş bu eşya yer küresinin kendisidir. Yer küresi kutsal olduğu için kurt derisinden dikilmiş torbaya benzetiyorlardı.XX. asır Amerika edebiyatında ünlü yeri olan yazarlardan biri de Jak London’dur. Kurt totemi ile bağlı onun da yaratıcılığında ilginç misaller vardır.
“Cedlerin Silahı” adlı eseri buna örnek olabilir. U. Folkner’de de kurda bağlı dikkati çeken deliller var. “Tam üç gün Duum batıya gidemiyordu, diyordu ki “Ben atımı görüyorum.”
Hinduları gömerken onun köpeğini de kendi ile birlikte gömüyorlardı. Bu ise köpeğin sahibine vefalı olduğunu gösteriyordu.
Bütün bu söylenenlerden söyle sonuca geliyoruz ki, dünya halklarının sonuncu etnogenezini ortaya çıkarmak için birkaç antropolojik cihetin yanı sıra, dini dünya görüşlerinin de önemi vardı.

TÜRK ORGUNAKON BAYRAMI

TÜRK ORGUNAKON BAYRAMI

Yakup ÇETİN


Bilindiği gibi milletleri meydana getiren en önemli unsurlardan birisi de kültürdür. Bir milletin bütün sanat faaliyetlerinin, inançlarının, örf ve adetlerinin, fikir, yaşayış ve davranışlarının tümü o milletin kültürüdür. İnsanın yaratılışı ile başlayan kültürün meydana gelmesinde bütün insanların payı ve yeri vardır.
Milletlerin teşekkülünde önemli bir yer tutan gelenekler, tarihi kesin olarak tespit edilemeyen dönemlerden günümüze kadar intikal etmişlerdir ve bu özelliği ile millet bağını güçlendiren en önemli unsurlardır.
Bayramlar da hemen her millette görülen ve toplumun her ferdi tarafından benimsenen ortak adetlerdendir. İslamiyet’i kabul etmiş olan ilk konar-göçer Türk toplulukları bayram gibi birçok adetlerini devam ettirmişler, bunları büyük bir coşkuyla kutlaya gelmişlerdir. Bu bayramların içinde hiç şüphesiz kışın soğuğundan, zorluğundan kurtulup, baharın yeşilliğini ve canlılığa geçişini simgeleyen bahar bayramları oldukça önemli yer tutar. Tarihin en eski dönemlerine kadar inildiğinde, Türk topluluklarında bahar bayramları ile ilgili geleneklerin oldukça çeşitli ve yaygın olduğu görülmektedir. Doğu Türkistan'dan Balkanlar'a kadar Türk toplulukları tarafından binlerce yıldır kutlanan ve halen kutlanmakta olan Nevruz da bu geleneklerden biridir.
Milletimizi birbirine düşürmek için gayret sarf eden düşmanlarımız, Nevruz geleneği gibi Türk Milleti'nin geçmişinde var olan ve halen yaşatılan bu adetleri, gelenekleri, Türk Kültürü bünyesinden koparmak istemektedirler.
Oysa Nevruz geleneğinin, bahar geleneği ile ilgili olarak Anadolu'nun her tarafında, Elazığ'da, Diyarbakır'da, Kars'ta, İç Anadolu’da, Kıbrıs bölgesinde, Balkanlar'da, Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Tatar'larda, hatta Saha bölgesine kadarki Türk gruplarında da kutlana geldiğini gösteren elimizde oldukça geniş bilgiler vardır.
Farsça bir kelime olan ve "Yeni Gün" anlamına gelen Nevruz geleneği Milattan önceki yıllarda, özellikle belli bir coğrafyada yaşayan toplulukların tümünde bir bahar geleneği şeklinde görülüyor. Yani biz bu geleneği, Sümerlerde, Akatlarda, eski İran, Med ve Pers topluluklarında, aynı şekilde Anadolu'daki bugün tarihe mal olmuş bir takım uygarlıklarda ve Ortaasya'da varlığını devam ettiren en eski Türk kültüründe, hatta gün farkıyla Çin, Japon, Kore gibi birtakım topluluklarda da görüyoruz. Ancak özellikle bunun son zamanlarda belli bir ideolojinin bayrağı haline getirmek isteyen çevrelerin ortaya koyduğu, daha açık ifadeyle, bugün Ortadoğu'da homojen olmayan ve ancak Kürt adı altında toplanmak istenen bir takım topluluklara bir milli kimlik verebilmek amacıyla, onlarda bir milli bayram fikri oluşturma çabasına girildiğini görüyoruz. Bu tamamen yanlıştır.
Doğrudan doğruya efsaneleri bir tarafa bıraktığımızda, öncelikli olan Nevruz'un matematiksel olarak, güneş takvimi esasına dayalı 12 hayvanlı Türk takviminde bir yılbaşı olarak benimsenmesi ki, bizde de bu yönde bir benimseme vardır. Mart ayı mal" yılın başlangıcı olarak benimsenmiştir. Mart ayında vergilerin ilk taksidinin alınması, Selçuklularda, Osmanlılarda bir gelenek haline gelmiş, hatta Akkoyunlu Uzun Hasan bunu bir Padişah kanunu olarak vaaz etmiştir. Bu çerçevede bir bayram havası verilmesinden dolayı Türk saraylarına saray adeti olarak girdiği gibi, halk katında da bayram olarak kutlana gelmiştir. Mesela Osmanlı Saraylarında her sene müneccimler basılan her yılın yeni takvimini Padişaha, Vezir-i Azam'a takdim ederken, yeni yılla ilgili olarak da bir takım tahminlerde bulunurlardı. Bu tahminler İbrahim Hakkı Efendinin Marifetname'sine kadar girmiştir. Bunların hepsi incelendiğinde görülür ki 12 hayvanlı Türk takviminin zaman içerisinde yıllarla ilgili bir takım iddiaların yansımasından başka bir şey değildir. Mesela 12 hayvanlı Türk takvimine göre ilk yıl sıçan yılından başlar ve maymun yılına kadar devam eder. Her yıla bir hayvan adı verilmiştir ve o hayvanla ilgili olarak da bir takım rivayetler uydurulmuştur. O yılda kıtlık, savaş veya bereket olacağı, bir takım felaketlerin meydana geleceği, o yılda doğan insanlarla ilgili olarak da, yılın başında doğarsa iyi niyetli, ortasında doğarsa huysuz, sonra doğarsa kötü insan olacağı şeklinde bir takım rivayetler uydurulmuştur. Bütün bunlar İbrahim Hakkı'nın Marifetname'sine kadar girmiştir. Çünkü bunlar 12 hayvanlı Türk takvimini bildikleri için, yazmış oldukları eserlere din" bir kisve vermiş olmalarına rağmen, eski inançları İslam" kisve adı altında yansıtmışlardır. Müneccim başlarına bu bilgilerden dolayı hediyeler verilirdi. Bu da bir adet haline gelmiştir. Bunlar da Nevruz" olarak adlandırılmıştır. Hekim başları o günler için özel yemekler yapmışlar, bunlara da Nevruziye adı verilmiştir. Şairler de bir takım şiirler yazmışlardır. Divan edebiyatında binlerce örneği vardır. Nevruziye adı verilen bu şiirleri, hükümdarlara, vezirlere takdim ederler onun karşılığında Nevruziye denilen bir takım hediyeler alırlardı. Dolayısıyla bu bir saray adeti olarak gelmiştir.

BOZKURT TOTEM DEĞİLDİR!

BOZKURT TOTEM DEĞİLDİR!

Yakup ÇETİN


Büyük Türk Milletinin belirtkesi Bozkurt hakkında totemlik yakıştırmaları yapılmıştır ve yapılmaktadır. Türk Milletini kendileri gibi zanneden Batılılar, bize putperestlik iftirası atmaya çalışıyorlar. Türkler çok eski çağlardan beri tek Tanrı inancına dayalı ilahi bir dine inanmışlardır. Şimdi Bozkurt’un Türkler için ne anlama geldiğini inceleyelim:
Bozkurt’un ne anlama geldiği -yani “totem”mi, “ongun”mu, “belirtke”mi olduğu- tartışmaları yeni değildir. Bu konu, popüler yayın organlarında olduğu kadar bilim dünyasında da günümüze kadar tartışıla gelmiştir. Bu yazımızda totem, ongun, sembol kavramları üzerinde durarak konuyu genişletmeye çalışacağız.
Bir kısım bilim adamları Bozkurt’un totem olduğunu ileri sürmüşlerdir.Bozkurt’un “totem” olduğu iddiası, başlıca şu delillere dayandırılmaktadır:
1- Türklerin Bozkurt’a saygı duyması ve onu ata olarak tanıması,
2- Câmiü’t-tevârih’te 24 Oğuz boyundan söz edilirken her boy için bir kuşun ongun olarak belirtilmesi,
3. Orta Asya’da yaşayan Türkler arasında 19. yüzyılda yapılan araştırmalarda put-fetiş olarak adlandırılan eşyalara rastlanması.
Gerçekten, Türk destanlarında Bozkurt (Gök Börü)’tan, Türk soyunun devamını sağlayan bir ata (veya ana) olarak bahsedilmektedir. Bozkurt Destanı’nda, düşmanın ellerini ve ayaklarını kestiği son Türk gencinin Bozkurt tarafından kurtarılması ve aynı Bozkurt’un Türk neslinin devamını sağlaması dikkat çekicidir. Türkler, Bozkurt’u ilk ataları olarak kabul etmişler ve ona saygı göstermişlerdir. Acaba, Bozkurt’a gösterilen saygı, onun totem olduğu, dolayısıyla Türklerin totemizme bağlı oldukları anlamına mı gelmektedir?
İlkel toplumlara özgü bir inanç sistemi olan totemizmin esası, tabiatın bir şifre sunması ve toplumun da bundan hareket ederek bir mesaj vermesidir. Bir başka tanım da şudur: “Bazı toplumlarda fert veya fert grupları ile bir hayvan, bir nesne, canlı yaratık grubu veya fenomenler topluluğu arasındaki ilişkiye dayanan inançlar ve ibadetler bütünü.”
Totemcilikte her klanın bir veya birkaç totemi vardır ve klan üyeleri bu totemler için âyin yapar veya yasaklar koyarak bunlara uyarlar.
Totemciliğin diğer belli başlı karakteristik yönleri şunlardır:Totemciliği benimsemiş topluluklarda her klan tarafından ata olarak tanınan ayrı ayrı hayvanlar vardır. Klanların mensupları, tapındıkları totemin adıyla anılırlar. Dokunduğu her şeyi kutsallaştıran “mana” (gizli bir kuvvet) anlayışı, totemciliğin ayırıcı özelliklerinden biridir. Tanrı fikrine ve ruhun ebedî olduğu tarzında bir anlayışa totemcilikte tesadüf edilmez. Totemcilikte hukukî bakımdan mülkiyet ortaklığı, aynı toteme bağlı olanlar arasında akrabalık ve ana hukuku yürürlüktedir. Ekonomik bakımdan ise avcılık ve devşirmecilik geçerlidir. Ayrıca, sadece hayvanlar değil, bir taş parçası, yağmur suyu, ağaç gibi varlıklar da totem olabilmektedir.
Türklerdeki yaşayışın sosyal, hukukî ve ekonomik yönleri ile totemcilik arasındaki farklar ise şöyle belirtilebilir:Türkler, klanlarının adları ile anılmazlar; her ailenin ve her ferdin kendine özgü ayrı adı vardır. Totem, klanlar arasında ayırıcı bir rol oynarken, meselâ kurt efsanesi Türkler arasında birleştirici, toplayıcı niteliktedir. Türkler, ruhun ölmezliğine yani ebedî olduğuna inanırlar ve “mana” telâkkisine de sahip değillerdir. Hukukî açıdan: Türk ailesinde baba hukuku ağırlık taşımaktadır, ortak mülkiyet yerine özel mülkiyete önem verilmektedir. Totemcilikteki totemden gelen akrabalık yerine kan akrabalığı câridir. Ekonomik bakımdan: Avcılıktan çok hayvancılık ve tarım çevresinde gelişen bir ekonomik hayat söz konusudur. Türkler, yerlerin ve göklerin sahibi tek Tanrı’ya inanırlar.
Bütün bunların gösterdiği gibi, Türklerin dinî inancı totemcilik esasına göre gelişmemiştir. Totemciliğin bulunmadığı bir toplumda totemin de bulunmayacağı açıktır. Totemcilik başlı başına bir sistemdir ve totem de ancak bunun bir parçasıdır. Bu bakımdan, kurt’un totem olarak tanınması Türk toplumu için imkân dahilinde değildir. Esasen, totemcilik ilkel toplumlara özgü bir inanç sistemidir. Türkler ise, ilkel bir toplum olma vasfını tarihin karanlık dönemlerinde aşmışlar, Kun ve Köktürk dönemlerinde ileri bir toplum seviyesine yükselmişlerdir.Bu sebeple, Bozkurt’a gösterilen saygının totemcilikle, Bozkurt’un da totemle bir ilgisi bulunmamaktadır.
Câmiü’t-tevârih (tarihlerin toplamı) adlı eserde, Oğuzların 24 boyunu temsil eden ongun kuşlarına işaret edilmesi, Türklerde ongun yani totem bulunduğuna delil sayılmıştır.
Câmiü’t-tevârih, İlhanlı veziri Reşidüddin’in başkanlığında telif olunmuş bir dünya tarihidir. Bu eserde Türklerin ve Moğolların tarihi, Reşidüddin tarafından kaleme alınmıştır. 14. yüzyıl başında yazılmış olan Câmiü’t-tevârih, Moğol kültür çevresinin izlerini taşımaktadır. Ayrıca, İlhanlıların henüz girdikleri İslâmiyet’in etkileri de eserde hissedilmektedir. Meselâ, daha önceki yüzyıllarda Uygur alfabesiyle yazıya geçirilmiş olan Oğuz Destanı, Câmiü’t-tevârih’te Bozkurt motifinden arındırılarak, yani bir bakıma tahrif edilerek yer almaktadır. Bu bakımdan, Reşidüddin’in Oğuz Türklerine ongunlar (totemler) atfetmesini ihtiyatla karşılamak lâzımdır.
Türk kültür tarihinin en önemli eserlerinden biri olan Divanı Lûgati’t-Türk’te Oğuz boylarını temsil eden kuşların ongun olarak yer almaması dikkat çekicidir. Bu durum, Oğuz boylarına ongunlar atfedilmesinin daha sonraki dönemin eseri olduğunu göstermektedir. “Ongon” deyimi de Moğol kültür etkisine bir başka işarettir.Kelimenin kökü olan “ong” Türkçe’de uğur, doğru, sağ taraf anlamlarına gelmektedir. Ancak, bu kökten türetildiği anlaşılan “ongon” deyimine ise Moğol döneminden önceki Türk kültür eserlerinde rastlanmamaktadır. Şu hâlde, Türklerin ongun (totem) kavramına yabancı olduklarını, bu deyimin geç dönemdeki Moğol etkisiyle Türk boylarına izafe edilmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Türklerin aksine Moğollar, bir orman kavmi olarak asalak ekonomiye, sahip, ana hukukunun ve totem anlayışının geçerli olduğu yani totemizmin bütün unsurlarının bulunduğu bir topluluktur. İlhanlı Devleti, ana merkezden uzakta kurulmuş olmasına rağmen, Moğol kültür unsurlarını büyük ölçüde muhafaza etmekteydi. Ayrıca, Türk ve İslâm kültür çevrelerinin etkisine gittikçe daha büyük ölçüde girmekteydi. Bu üç kültürün birbirleriyle karıştığı bir dönemde Moğol totem telâkkisinin Türklere de yakıştırılmış olmasında yadırganacak bir taraf yoktur. Ongun kuşlarının Tarih-i Âl-i Selçuk ve Şecere-i Terâkkime adlı eserlerde de yer alması fazla bir şey ifade etmemektedir. Çünkü her iki eser de Câmiü’t-tevârih’ten yararlanılarak kaleme alınmıştır.Nihayet, Türklerin Asya Kun Devleti döneminden itibaren kayıtlara geçirildiği şekilde Gök Tanrı dinine mensup oldukları bilinmektedir. Daha eski dönemlerle ilgili olarak bir tez ileri sürebilmek için yeterli bilgiye sahip değiliz. Ancak -fazla ilmî değeri olmayan- bazı varsayımlarda bulunmak kabildir. Totemizm anlayışının, oldukça erken dönemde Türkler arasında yaygın olduğu faraziyesi bunlardan biridir. Bu anlamda, totemcilikten kalma bazı izlerin sonraki dönemlere intikal etmiş olabileceği ileri sürülmüştür. Bozkurt’un da başlangıçta totem olabileceği, ancak zamanla bu vasfını kaybederek yeni bir kimliğe büründüğü düşünülmüştür. En azından, Kunlar ve hele Kök-Türkler dönemlerine gelindiğinde Bozkurt’taki totem niteliğinin tamamen kaybolduğu belirtilmiştir.
Orta Asya’da yaşayan bazı Türk boyları arasında 19. yüzyılda yapılan araştırmalarda keçeden ve hayvan postundan yapılmış bazı eşyalara rastlanmıştır. Bu eşyalara dinî bir anlam atfedilerek put-fetiş şeklinde niteleme yapılmıştır. Ayrıca, totemcilikteki şuringa ile benzerlik kurularak Türklerde totemciliğin izleri aranmıştır.Öncelikle, belirli ve dar bir çevredeki buluntuların, bütün bir millete ve onun uzun geçmişine mal edilmesi, eski kültürüne bu yönde anlamlar yüklenmesi yanlış bir yöntemdir. Bu bakımdan, üzerinde ciddiyetle durulmasını gerektirmeyebilir. Ancak, bu vesile ile Türklerde töz anlayışına ve atalar kültü meselesine temas edilmesi ve konunun bir de bu açıdan aydınlatılması yararlı olacaktır.
Fetiş, sahibine uğur getirdiğine ve tabiat üstü özelikler taşıdığına inanılan nesneye veya hayvana verilen addır. Bu kelimeden türetilen fetişizm ise, ilk olarak Batı Afrika halklarının dinini ifade etmek için kullanılmıştır ve animizm ile bağlantısı vardır. Esas itibariyle, dinî bir dünya görüşüne, yani dünyanın büyü açısından ele alınışına bağlıdır. Ancak, fetişizmin Orta Asya toplulukları arasında geçerli olduğuna dair deliller bulunmamaktadır. Buna karşılık, Türklerde töz kavramı gelişmiştir. Töz, felsefede “değişen nesnelerin hiçbir değişikliğe uğramayan kısmı” olarak tanımlanmaktadır. Günümüzde halk arasında temel, esas anlamlarında kullanılmaktadır. “Aynı cinsin fertlerinin gerçek bir varlık gibi düşünülen ortak mahiyeti” olarak da tarif edilebilir. Töz kelimesi, anlam bakımından asıl, kök, menşe demektir. Uygur ve Çağatay lehçelerinde de bu anlamını korumuştur. Yakutlarda ise töz’e tangara denilmekteydi. Altaylılar ise koruyucu ruhlara tös derlerdi. Türkler, atalarının tasvirlerini yapıp saklarlardı. Böylece ataların ruhları somut bir hâtıra hâline getirilirdi.
Türklerdeki atalar kültü gereği gibi tanınmadığı için tözler “Çin kaynaklarında “tanrıların tasvirleri” olarak bildirilmektedir. Bir kısım araştırmacılar da bu kayıtlara dayanarak, tözlerin fetiş olduğu sonucuna varmışlardır. Halbuki Türklerin puta taptıklarına dair hiçbir belgeye rastlanmamıştır.
Türklerde baba hukukunun geçerli olduğunu belirtmiştik. Bunun din alanındaki belirtisi ise ölmüş büyüklere ve atalara saygı gösterilmesidir. Ata ruhlarına kurban kesilmesi, atalarla ilgili hâtıralar taşıyan kutsal mağaralarda törenler tertiplenmesi atalar kültünün tezahürleridir. Ancak, başka kavimlerde de görülen atalar kültünde ölmüş büyüklerin zamanla yarı ilâh sayılmaları gibi aşırılıklar Türklerde görülmemiştir. Türkler töz’e ilâhî bir mânâ yüklememişler, buna karşılık onu ölmüş büyüklerinin (erkek veya kadın) hâtıralarını canlı tutacak bir sembol olarak görmüşlerdir. Bu bakımdan Moğollardaki ongon deyimi ile Türklerdeki töz deyimi arasında da farklılıklar bulunmaktadır. Her iki deyim tam olarak örtüşmemektedir.
13. yüzyılda Budist Uygurların tapınaklarında bu tözlerden bulunuyordu. Halbuki Uygurların totemcilikle hiçbir ilgileri yoktu. Uygurlar, tözleri hiç şüphesiz Tanrı tasviri olarak değil, ölen yakınlarının sembolü olarak yapıp tapınaklarında saklıyorlardı.
Ebû’l-Gâzi Bahâdır Han da, eserinde, tözlerle ilgili olarak “bir kimsenin yakını öldüğünde onun suretini yapar ve evinde saklardı” şeklinde bir ifade kullanmaktadır. Fetiş olduğu ileri sürülen tözlerin aslında ataların tasvirinden ibaret ve atalar kültünün bir parçası olduğu anlaşılmaktadır. Yani töz’lerin fetişle, totemle, ongunla ayniyeti bulunmamaktadır. Tözler arasında görülen Bozkurt tasvirleri de bu bakımdan totem olarak nitelendirilemez. Bu tasvirler, ata olarak kurt’a duyulan saygının sembolleştirilmesidir.
Totem konusunda son olarak şunu da belirtmeliyiz: Oğuz Kağan Destanı’nda Bozkurt, Oğuz’u sefere teşvik etmekte, sefere çıkınca da ona ve ordusuna yol göstermekte, yani rehberlik yapmaktadır. Bu rehberlik işlevi, Oğuz’un cihan devletini kurmasıyla sona ermekte ve bir daha Bozkurt’tan bahsedilmemektedir. Bozkurt totem olsaydı bir görevi yerine getirdikten sonra kaybolmaz, süreklilik gösterirdi.
Şimdi şu soruyla karşılaşıyoruz: Bozkurt (veya kurt) totem olmadığına göre Türklerde neyi ifade etmektedir? Türk destanlarındaki Bozkurt motiflerinin incelenmesinden çıkan sonuç şudur: Bozkurt, Türkler tarafından kurtarıcı, neslin devamını sağlayıcı (ilk ecdat) ve yol gösterici (rehber) olarak kabul edilmekte ve bu sebeplerle büyük saygı görmekteydi. Bu saygı, çeşitli sembollerle ifade edilmekteydi: Bazen bir töz olarak, bazen Oğun Kağanın buyurduğu gibi (Kök Börü bolsungıl uran=Bozkurt savaş nâramız olsun) savaş haykırışı, bazen gönderin tepesine konulan altın kurt başı heykelciği ile.Özellikle gönderinde kurt başı bulunan bayraklar, tuğlar dikkat çekicidir. Kurt başı, hâkimiyet ve bağımsızlık sembolünün bir parçası hâline gelmiş görünmektedir. Batı Göktürkleri, bayrak gönderinin ucuna bir dişi kurt başı takarlardı. “Çin İmparatoru, elçisini Tardu Kağan’a yollayarak ona kurt başlı bir gönder armağan etti. Böylece kendisine daha fazla saygı duyulmasına ve daha fazla pâye verilmesine gerek olduğu anlatılmak istendi”.Kurt başlı gönderlerin Göktürklerden sonra da önem taşıdığı anlaşılıyor. Çin İmparatoru, ucunda kurt başlı olan dört bayrağı 638’de Tarduşlara göndermişti. Uygur kağanının da Çin askerî valisi Tzu-i’ye kurt sancağı önünde baş eğdirdiği kaynaklarda belirtiliyor.
Manihaist Kuça Uygurlarının tapınaklarındaki duvar resimlerinde kurt başlı kargı ve bayraklar görülmektedir. Yine eski duvar resimlerinde, elinde kurt başlı bayrak bulunan Türk hükümdarı ve kurt başlı bayrak taşıyan asker resimleri bulunmaktadır.Bütün bunlar, Bozkurt’un -hukukî nitelik de taşıyan- semboller olduğunu açıkça ifade etmektedir. Esasen, tarihî kayıtların başından, yani Kun çağından itibaren Bozkurt’un dinî nitelik taşımadığı, dinî bir sembol (totem veya ongun) olmadığı bellidir. Bu sayededir ki, Türklerin girdiği çeşitli dinlerle bir tezat teşkil etmemiştir. Çünkü, millî bir sembol olarak Bozkurt, dinlerle aynı kategoride yer almamaktadır. Onun için, dinî inanışla Bozkurt arasında bir karşıtlık bulunması söz konusu olmamıştır. Bunun dışındaki iddialar ilmî bir değer taşımamaktadır..

TÜRK DESTANLARINDA KURT’UN YERİ

TÜRK DESTANLARINDA KURT’UN YERİ

Yakup Çetin

Destanlar bir milletin karakterinin en güzel yansıma biçimidir. Nitekim her milletin kendine özgü özellikleri vardır. Bu özellikler ise milletin bütün kültür varlıklarına sinmiştir. Büyük Türk Milletinin kendine özgü bir çok destanı vardır. Bu destanlarda Türk milletinin başından geçen büyük olaylar mucizevi bir biçimde anlatılmıştır. Türk’ün yüreği, zekası, büyüklüğü, kahramanlığı bütün destanlarımızın ortak yönüdür. Oğuz Kağan’da Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresini, Orgunakon’da yok olmak üzere olan asil bir milletin ilahi kurtuluşunu, Manas’ta özü hür, bedeni hür bir milletin kükreyişini, Alp Er Tunga’da Türk’ün mertliğini, yiğitliğini görmek mümkündür.

Türk tarihi başlı başına dünyanın en büyük destanı olmakla beraber biz şimdi destanlarımız içinde Kurt’un yerini inceleyeceğiz. Göreceğiz ki Türk, kurdun ta kendisidir.





I ) OĞUZ KAĞAN DESTANI

Men sinlerge boldum kağan
Alalınğ ya takı kalkan
Tunga bizge bolsun buyan
Kök börü bolsungıl uran.

Oğuz Kağan, Türk milletinin efsanevi atasıdır. Aynı zamanda Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresinin de simgesidir. Zira destanda bütün dünyayı bir Bozkurt’un kılavuzluğunda fethetmiştir. Şimdi destanı inceleyelim:

Oğuz Kağan destanı M.Ö. 209-174 tarihleri arasında hükümdarlık yapmış olan Kun hükümdarı Mete'nin hayatı etrafında şekillenmiştir. Bütün Türk destanlarında olduğu gibi bu destanın da ilk şekli günümüze ulaşmamıştır.
Bugün, elimizde Oğuz destanının üç varyantı bulunmaktadır. XIII ile XVI yüzyıllar arasında Uygur harfleriyle yazılmış ve İslâmiyet’ten önceki inancı yansıtan varyantın ilk örneği temsil ettiği kabul edilebilir. XIV. yüzyıl başında yazıldığı bilinen Reşîdeddîn'in Câmi üt-Tevârih adlı eserinde yer alan Farsça yazılmış Oğuz Kağan Destanı İslâmi varyantların ilkini temsil etmektedir.

Oğuz Kağan Destanının üçüncü varyantı ise XVII. yüzyılda Ebü'l-Gazî Bahadır Han tarafından Türkmenler arasındaki sözlü rivayetlerden ve önceki yazmalardan faydalanarak yazılmıştır.

Oğuz Kağan Destanının İslâmiyet Öncesi Rivayeti Ay Kağan'ın yüzü gök, ağzı ateş, gözleri mavi, saçları ve kaşları kara perilerden daha güzel bir oğlu oldu. Bu çocuk annesinden ilk sütü emdikten sonra konuştu ve çiğ et, çorba ve şarap istedi. Kırk gün sonra büyüdü ve yürüdü. Ayakları öküz ayağı, beli kurt beli, omuzları samur omzu, göğsü ayı göğsü gibiydi. Vücudu baştan aşağı tüylüydü. At sürüleri güder ve avlanırdı. Oğuz'un yaşadığı yerde çok büyük bir orman vardı. Bu ormanda çok büyük ve güçlü bir gergedan yaşıyordu. Bir canavar gibi olan bu gergedan at sürülerini ve insanları yiyordu. Oğuz cesur bir adamdı.

Günlerden bir gün bu gergedanı avlamağa karar verdi. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanını aldı ve ormana gitti. Bir geyik avladı ve onu söğüt dalı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın geyiği almış olduğunu gördü. Daha sonra Oğuz, avladığı bir ayıyı altın kuşağı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın ayıyı da aldığını gördü. Bu sefer kendisi ağacın altında bekledi. Gergedan geldi ve başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile gergedanı öldürdü. Kılıcı ile başını kesti. Gergedanın bağırsaklarını yiyen ala doğanı da oku ile öldürdü ve başını kesti.

Günlerden bir gün Oğuz Kağan Tanrıya yalvarırken karanlık bastı. Gökten bir gök ışık indi. Güneşten ve aydan daha parlaktı. Bu ışığın içinde alnında kutup yıldızı gibi parlak bir ben bulunan çok güzel bir kız duruyordu. Bu kız gülünce gök tanrı da gülüyor, kız ağlayınca gök tanrı da ağlıyordu. Oğuz bu kızı sevdi ve bu kızla evlendi. Günler ve gecelerden sonra bu kız üç oğlan çocuk doğurdu. Çocuklara Gün, Ay ve Yıldız isimlerini verdiler.

Oğuz ormanda ava çıktığı günlerden birinde göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda gözü gökten daha gök, saçı ırmak gibi dalgalı, inci gibi dişli bir kız oturuyordu. Yeryüzü halkı bu kızın güzelliğini görse dayanamaz ölüyoruz derlerdi. Oğuz bu kızı sevdi ve onunla evlendi. Günlerden gecelerden sonra Oğuz'un bu kızdan da üç oğlu oldu. Bu çocuklara Gök, Dağ ve Deniz isimlerini koydular.

Oğuz Kağan büyük bir toy(şenlik) verdi. Kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Çeşit çeşit yemekler,şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler. Toydan sonra Beylere ve halka Oğuz Kağan şunları söyledi:

Ben sizlere kağan oldum
Alalım yay ile kalkan
Nişan olsun bize buyan
Bozkurt olsun bize uran
Av yerinde yürüsün kulan
Daha deniz, daha müren
Güneş bayrak gök kurıkan

Oğuz Kağan bu toydan sonra dünyanın dört bir tarafına elçilerle şu mektubu gönderdi:" Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesinin kağanı olmam gerekir. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul eder ve onu dost edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim. Onu düşman sayarım. Onunla savaşır ve yok ettiririm".

Yine o zamanlarda sağ yanda bulunan Altun Kağan, Oğuz Kağan'a pek çok altın gümüş ve değerli taşlar hediye etti ve ona itaat ederek dostluk kurdu. Oğuz Kağanın sol yanında ise askerleri ve şehirleri çok olan Urum Kağan vardı. Urum Kağan Oğuz Kağanı dinlemezdi. Oğuz Kağan'ın isteklerini gene kabul etmedi. Oğuz Kağan gazaba geldi, bayrağını açtı ve askerleriyle birlikte Urum Kağana doğru yürüdü. Kırk gün sonra Buz Dağın eteklerine geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kağanın çadırına güneş gibi bir ışık girdi .O ışıktan gök tüylü gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı. Kurt: " Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; Ey Oğuz ben senin önünde yürüyeceğim."dedi. Bunun üzerine Oğuz çadırını toplattırdı ve ordusuyla birlikte kurdu izlediler. Gök tüylü gök yeleli büyük erkek kurt itil Müren denizi yakınındaki Kara dağın eteğinde durdu.

Urum Hanın ordusu ile Oğuz Kağanın ordusu arasında büyük savaş oldu. Oğuz Kağan savaşı kazandı, Urum Hanın hanlığını ve halkını aldı. Oğuz Kağan ve askerleri Gök tüylü ve gök yeleli kurdu izleyerek itil ırmağına geldiler. Oğuz Kağan'ın beylerinden Uluğ Ordu bey itil ırmağını geçmek için ağaçlardan sal yaptı ve böylece karşıya geçtiler. Oğuz'un bu buluş hoşuna gittiği için bu Uluğ Ordu Bey'e "Kıpçak" adını verdi.

Gök tüylü gök yeleli kurdu izleyerek yeniden yola devam ettiler. Oğuz Kağan'ın çok sevdiği alaca atı Buz Dağa kaçtı. Oğuz Kağanın çok üzüldüğünü gören kahraman beylerinden biri Buz Dağa çıktı ve dokuz gün sonra alaca atı bularak geri döndü. Oğuz Kağan atını ve karlarla örtünmüş kahraman beyi görünce çok sevindi. Atını getiren bu beye: " Sen buradaki beylere baş ol. Senin adın ebediyen Karluk olsun." dedi. Bir süre ilerledikten sonra gök tüylü ve gök yeleli erkek kurt durdu. Çürçet yurdu adı verilen bu yerde Çürçetlerin kağanı ve halkı Oğuz Kağana boyun eğmeyince büyük savaş oldu. Oğuz Kağan, Çürçet Kağanı yendi ve halkını kendisine bağladı.

Oğuz Kağan, ordusunun önünde yürüyen bu gök tüylü gök yeleli erkek kurtla Hint, Tangut, Suriye, güneyde Barkan gibi pek çok yeri savaşarak kazandı ve yurduna kattı. Düşmanları üzüldü, dostları sevindi. Pek çok ganimet ve atla evine döndü.

Günlerden bir gün Oğuz Kağanın tecrübeli bilge veziri Uluğ Bey rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Altın yay gün doğusundan gün batısına kadar uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu. Oğuz Kağan bu rüyayı dinleyince yurdunu oğulları arasında paylaştırdı.

Yukarıda gördüğümüz üzere Bozkurt, Oğuz Kağan Destanı’nında yol gösterici olarak öne çıkmaktadır. Türk tarihi açısından Türklüğün babası olarak sayılan Oğuz Kağan’ın yaşamında Bozkurt’un oynadığı rol ise bize Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresini hatırlatmaktadır. Nitekim Bozkurt, Oğuz Kağan’ın ve çerilerinin önünde Hindistan’dan Roma’ya, Mısır’dan Çin’e çok geniş bir alana egemen olmasının yolunu göstermiştir. Destanda kurdun diğer bir anlamı ise Tanrı’nın Oğuz Kağan’a cihangirlik vermesidir. Zira Bozkurt’u gönderen Tanrı’dır. Bunu gökten düşen bir ışığın içinden Bozkurt’un çıkmasından anlıyoruz. Türklerin en çok bilinen destanı olan Oğuz Kağan Destanı, Türk Milletinin büyüklük ülküsünün en açık göstergesidir. Tarih boyunca Türklük bu paralelde gelişme göstermiş ve Büyük Kun, Avrupa Kun, Ak-kun, Saka, Kök-Türk, Uygur, Selçuklu, Çengiz, Timur ve Osmanlı gibi cihangir devletler kurmuşlardır. Demek oluyor ki, tarihin en eski devirlerinden beri Türk Milletinin cihan devleti gibi büyük bir ülküsü vardır ve bunun belirtkesi Bozkurt’tur.












II ) BOZKURT DESTANI
Bozkurt Destanı, Türklüğün büyük bir felaketten kurtuluşunun olağanüstü bir biçimde anlatılmasıdır. Bilinen en önemli iki Köktürk Destanından birisidir. Bir bakıma, M.S. altıncı yüzyıldan sekizinci yüzyıl ortalarına kadar egemen olmuş bu Türk Devletinin Köktürklerin soy kütüğü ve var olma hikâyesidir. Ayrıca, Türk ırkının yeni bir dal hâlinde dirilişi de diyebileceğimiz Bozkurt Destanı, Bilge Kağan'ın Orhun Âbidelerindeki ünlü vasiyetinin ilk cümlesi olan: "Ben Tanrıya benzer, Tanrıdan olmuş Türk Bilge Kağan, Tanrı irade ettiği için, kağanlık tahtına oturdum" cümlesi ile birlikte düşünülecek olursa soyun ve ırkın nasıl bir şekilde ilahileştirilmek istenildiğini de anlatmaktadırlar. Destan Çin kaynaklarında kayıtlıdır. Değişik söyleyişler durumunda ise de, çizgileri aynı fakat isimler üzerinde, anlatıştan doğma veya Çinlilerce yazılırken isimlerin Çince söylenmesinden meydana gelme değişikler yüzünden ayrı görünen belli üç söylenti şeklinde yazılmıştır.
Birinci söyleyiş:
Kun Ülkesinin kuzeyinde So adı verilen bir ülke vardı. Burada, Kunlarla aynı soydan olan Göktürkler otururdu. Bir gün Köktürkler So Ülkesinden ayrıldılar. Bu sırada başlarında Kağan Pu adlı bir yiğit vardı. Kağan Pu'nun on altı kardeşi bulunuyordu. On altı kardeşten birinin annesi bir kurttu.

Annesi Köktürklerce en kutsal yaratıklardan biri olarak bilinen ve böyle kabul edilen bir kurt olduğu için delikanlı, rüzgârlara ve yağmura söz geçirir, bu iki kuvveti buyruğu altında tutardı.
Bununla beraber, So Ülkesindeki yurtlarından ayrılan Göktürkler düşmanlarının baskınına uğradılar.
Bu baskında düşmanlar bütün Kök-Türkleri yok ettikleri gibi on altı kardeşten sadece birisi kurtulabildi. Kurtulan delikanlı annesi kurt olan idi.
Bu delikanlının da, birisi yaz diğeri de kış ilâhının kızı olan iki karısı vardı. Baskından sonra her ikisinden ikişer oğlu oldu. Zamanla kalabalıklaşıp çoğalan halk, çocuklardan en büyüğünü kendilerine Hakan seçtiler; o zamanki adı Göktürk dilinde değildi. Hakan seçilir seçilmez Göktürkçe olmayan bu adını bıraktı ve Türk adını aldı.
Ondan sonra Türk on kadınla evlendi, bir çok çocukları oldu. içlerinden Asena adını taşıyan biri hakanlık tahtına geçince boyun adı da Aşine oldu.
İkinci söyleyiş:
Kunların bir boyu olan ve adına Aşine denilen Türk boyu Hazar Denizinin batı taraflarında yerleşmişti. Türklerin ilk atası olarak biliniyordu. Rahat ve huzur içinde otururlarken bir gün ansızın düşmanların baskınına uğradılar. Baskının sonunda kimse sağ kalmadı.
Her nasılsa küçücük bir çocuk bu baskından sağ kalmış bir köşeye sığınmıştı. Düşmanlar onu da gördüler. Fakat, cılız ve küçük bir çocuk olduğu için kimse ondan korkmadı ve ona aldırmadı. Hattâ içlerinden acıyanlar bile çıktı. Ama düşman yine de her ihtimali düşünüp, çocuğu öldürmektense kolunu bacağını kesip orada öylece bırakmayı uygun gördü; düşündükleri gibi yaptılar.
Kolunu bacağını kesip, yan ölü hâle getirdikleri çocuğu alıp bataklıkta bir sazlığa attılar; bırakıp gittiler.
O sırada, nereden çıktığı bilinmeyen bir dişi Bozkurt göründü, geldi, çocuğu emzirdi. Yaralarını yalayıp iyi etti. O günden sonra da, avlanıp getirdiği yiyeceklerle çocuğu besleyip büyüttü, gücünü kuvvetini arttırdı.Zamanla Bozkurt'un beslediği çocuk gürbüzleşti.
Günlerden sonra bir gün, baskın yapıp Asine soyunu yok eden düşman başbuğu, kolunu bacağını keserek sazlığa attıkları çocuğun yaşadığını öğrendi. Adamlar gönderip durumu öğrenmek, sağ kaldı ise öldürtmek istedi.
Düşman başbuğunun gönderdiği asker geldiğinde, kolu bacağı kesik gencin yanında bir dişi Bozkurt gördü. Dişi Bozkurt tehlikeyi sezmişti, dişleriyle gerici yakaladığı gibi denizin öte yanına geçirdi; orada da durmayıp Altay Dağlarına doğru götürdü. Orada, her tarafı yüksek dağlarla çevrili bir yaylada bir mağaraya yerleştirdi, onunla evlendi; on oğlan doğurdu!
Mağaranın bulunduğu yayla yeşillikti; serin gür suları, meyve ağaçlan, av hayvanları vardı. Oğlanlar orada büyüdüler, orada evlendiler. Her birinden bir boy türedi. Bunlardan birinin adı da Asine boyu idi.
Asine, kardeşlerinin içinde en akıllı, en gözü pek, en yiğit olanı idi. Bu yüzden Türk Hakanı o oldu.
Soyunu unutmadı. çadırının önüne her zaman, tepesinde bir kurt başı bulunan bir tuğ dikti.
Aradan çok yıllar geçti. Aşine boyuna Asençe adlı bir başka yiğit hakan oldu. Bunun zamanında ise Aşine boyu, bulundukları yerden çıkıp daha güzel yurtlara yerleştiler.
Üçüncü söyleyiş:
Bir not halindedir. Çin devlet adamlarından Cjan-Ken'in, Milattan önce 119 yılında, Çine göre batı ülkelerinde yaptığı gezi sonunda gördüklerini ve duydukların yazıp o zamanki Çin împaratoruna sunduğu notlan arasında kayıtlıdır. Notu, Abdülkadir înan'ın, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı (1954) ndaki Türk Destanlarına Genel bir bakış adlı yazısından olduğu gibi alıyoruz:
"Kun Ülkesinde bulunduğum zaman duydum ki Usun Hanı, Gunmo unvanını taşıyor. Gunmo'nun babası, Kunların batısındaki bir ülkeye sahipti. Gunmo'nun babası bir savaşta Kunlar tarafından öldürüldü. Yeni doğmuş olan Gun-mo'yu kırlara attılar. Kuşlar çocuğu sineklerden koruyor; bir dişi kurt sütüyle besliyordu. Kun Hakanı buna şaştı. Bu çocuğu saydı. Onu kendi terbiyesine aldı, büyüttü. Babasının ülkesini ona geri verdi.
Destanda görüldüğü üzere Bozkurt hem kurtarıcı, hem de atadır. Kurdun anne biçiminde olması yine ilginç bir motiftir. Bu destan Kök-Türklere isnat ediliyorsa da daha eski dönemlere ait olduğu Çin kaynaklarında bildirilmektedir. Zira Gun-mo’nun M.Ö. 119’da Kun ülkesine gelen Çinli devlet adamı Çjan-ken’in notlarında olması bunun delilidir. Ayrıca kurdun ata olarak görünmesi, Gök Tanrı dininden önce Türklerde totemizmin olduğuna işaret sayılmaktaysa da bunun gerçekçi bir yönü yoktur. Çünkü eski Türkler ilk devirlerden beri Gök Tanrı dininde idiler. Özellikle Gök Tanrı dininin milli din olduğu Kök-Türklerde Bozkurt’un yalnızca yüksek bir mevkisinin olup belirtke olarak kabul edildiği bir gerçektir. Dini düşünceyle bile bu destanı incelesek çok farklı bilgilere ulaşırız. H.z.Muhammet(S.A.V.)’in üç sahabeyi Türkleri İslam’a davet etmek için gönderdiğinde, bu sahabelere Ural Dağlarına kadar bir Bozkurt’un yol gösterdiği kaynaklarda geçmektedir.
Bozkurt belirtkesinin etkisi İslam döneminde de devam etmiştir. Peygamberimizin, pek uzağında olan Türklere büyük bir ilgi göstermesi çok ilginç bir durumdur. Örneğin “Celal ve İzzet sahibi Yüce Allah(C.C.) buyurdu: Benim Türk adını verdiğim bir ordum vardır. Ben onları doğuda oturttum. Kızdığım milletlerin üzerine onları saldırtırım” hadisi Türklerde büyük heyecan uyandırmıştır. Bu hadise ve benzerlerine uydurma diyen art niyetli çok kişi vardır. Yalnız hadisleri doğrulayan en büyük belge Türk tarihidir. Türk’ün yüce tarihini ana hatlarıyla bilen normal bir vatandaş bile bu hadislerin doğruluğunu onaylayacaktır. Peygamberimizin Türkler hakkındaki hadisleri konusunda Zekeriya Kitapçı’nın eserlerini okumanın yararlı olacağı düşüncesindeyiz. Çünkü Kitapçı çağımızın en derin tarihçilerinden birisidir ve bu konularda çok çalışmıştır.



III ) ORGUNAKON (ERGENEKON) DESTANI
Orgunakon Destanı, Oğuz Kağan ve Manas Destanlarıyla birlikte Türklerin en çok bilinen destanıdır. Ancak bu destanın adı çok yanlış yazılmaktadır. Tarihçiler, günümüze kadar Ergenekon diye bir yer aramışlar ama bulamamışlardır. Ergenekon, daha doğrusu Orkun adı hala özünden kopmamış Türk ailelerinde kullanılmaktadır. Oğuz Türklerinin yoğun olarak yerleştikleri Gaziantep yöresinde Orkun adı “orgun” sözcüğüyle yaşamaktadır. Orgun çağımızda gizli anlamında kullanılmaktadır. Türkçe’nin günümüze kadar yumuşayarak geldiğini biliyoruz. “K” yazacının (harfinin) yerini “G” yazacı almıştır. Mesela Gaziantepliler karpuza “garpuz”, kapıya “gapı”, kasaya “gasa” demektedirler. Bu bilgiler ışığında diyebiliriz ki Ergenekon diye bilinen Türklerin saklandıkları yer gerçekte Orkun yazıtlarının bulunduğu yerdir. Gerçekten de Orkun bölgesinin bulunduğu Moğolistan’ın Ulan-Bator kentinin çevresini incelersek dağlarla çevrili olduğunu görürüz. Ayrıca bu bölgeye yakın olan Baykal gölü sebebiyle eski çağlarda buranın ikliminin elverişli olduğu da büyük olasılıktır. Buranın günümüzde bile çok seyrek bir elcanı (nüfusu) vardır. Gaziantep diliyle Orgun bölgesi gizli bir yer olmaya layıktır. Destanın Kök-Türklerden daha eski olduğu düşüncesiyle Orkun havalisinin Türklerin anayurdu olduğunu da söyleyebiliriz. Biz her zaman büyük gizemlerin peşinde koşarız. Ama bazen gerçekler çok açıktır. Yalnızca biz görmeyi bilmiyoruzdur. Yarıca Ergenekon adı yerine Orkun ya da Orgun-a-kon adlarının kullanılmasının daha tutarlı olacağı düşüncesindeyiz. Bizim bu düşüncemizin kaynağı öz Türk kültüründen başka bir şey değildir. Bu nedenle Ergenekon konusundaki görüşümüzün diğerlerine nazaran daha tutarlı olduğu görüşündeyiz. Çünkü Türk tarihini yazabilmek için günümüzdeki yerel kültürleri bilmek ve eski Türk kültürüyle kıyas yapabilmek gerekiyor. Bunun için de Türk olmak birinci şarttır. Türk medeniyeti o kadar büyüktür ki, onu anlayabilmek için bir ömür boyunca çok azimli bir şekilde çalışmak gerekir. Ama bir Türk için bu daha kolaydır, çünkü bütün hayatı bu yüksek kültürün içinde geçmiştir. Sözün özü Türk’ün tarihini yine Türk yazmalıdır.
Orgunakon Destanı’nında Bozkurt daha çok ikinci plandadır. Orgunakon Türklüğün yok olmaktan nasıl kurtulduğunu anlatan bir şaheseridir. Bu kurtuluş destanımızı inceleyelim:
Türk illerinde Köktürklere itaat etmeyen bir yer yoktu. Bunu kıskanan yabancı kavimler birleşerek Köktürklerin üzerine yürüdüler. Maksatları öç almaktı. Göktürkler, çadırlarını, sürülerini bir yere topladılar. Çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince, vuruşma da başladı. On gün vuruştular. Göktürkler üstün geldi.Bu yenilgiden sonra yabancı kavimlerin hanları ve beyleri av yerinde toplanıp konuştular.
"Köktürklere hile yapmazsak akıbet işimiz yaman olur," dediler.
Tan ağarınca, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar.Köktürkler, "Bunların vuruşma güçleri bitti, kaçıyorlar," deyip arkalarından yetiştiler.
Düşman, Köktürkleri görünce, birden döndü. Vuruşma sonunda düşman, Köktürkleri gafil avlayıp yendi. Köktürkleri öldüre öldüre çadırlarına geldi. Çadırlarını ve mallarını öylesine yağmaladı ki, bir ev kurtulmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdi. Küçükleri kul edindi. Her düşman birini alıp gitti.
Köktürklerin başında İl Han vardı. Çocukları çoktu. Fakat bu uğursuz vuruşmada bir tanesi hariç, hepsi öldü. Kayı adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Han'ın Dokuz-Oğuz adlı bir de yeğeni vardı. Kayı ile Dokuz-Oğuz düşmana tutsak olmuşlardı. Fakat on gün sonra bir gece ikisi de kadınları ile beraber atlara atlayıp kaçtılar. Göktürk yurduna geldiler. Burada düşmandan kaçıp gelen çok deve, at, öküz ve koyun buldular. "Dört taraftaki illerin hepsi bize düşman. Gereği odur ki, dağların içinde insan yolu düşmez bir yer izleyip oturalım," dediler. Dağa doğru sürülerini alıp göç ettiler.
Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine bir yoldu ki, bir deve veya bir at güçlükle yürürdü. Ayağını yanlış bassa yuvarlanıp parça parça olurdu. Köktürklerin vardıkları yerde akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, meyveler, ağaçlar ve avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı'ya şükrettiler. Hayvanlarının kışın etini yediler; yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye "Orgunakon " adını koydular.
İki Göktürk prensinin Orgunakon'da çocukları çoğaldı. Kayı Han'ın çok çocuğu oldu. Dokuz-Oğuz Han'ın daha az oldu. Çok yıllar bu iki Hanın çocukları Orgunakon'da kaldılar. Pek çoğaldılar.
Dört yüzyıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar çoğaldı ki, Ergenekon'a sığışamaz oldular. Buna bir çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki, "Atalarımızdan işittik; Orgunakon dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasından yol izleyip bulalım. Göçüp Orgunakon'dan çıkalım. Orgunakon dışında her kim bize dost olursa, onunla görüşelim. Düşmanla vuruşalım".
Kurultay bu kararı alınca, Göktürkler, Orgunakon'dan çıkmak için yol aradılar, bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki, "Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat madene benzer. Şunun demirini eritsek, belki dağ bize geçit verirdi". Göktürkler, varıp demircinin gösterdiği dağ parçasını gördüler. Demircinin tedbirini de beğendiler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın üstünü altını, yanını, yönünü böylece odun ve kömürle doldurduktan sonra, yetmiş deriden büyük körükler yapıp yetmiş yere koydular. Odun-kömürü ateşleyip körüklemeye başladılar, Tanrı'nın gücü ve inayeti ile ateş, kızdıktan sonra demir dağ eridi, akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak kadar yol oldu. O kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününün, kutsal saatini bekleyip bu yoldan Orgunakon'dan çıkmaya başladılar. Bu kutsal gün, ondan sonra Köktürklerde bayram oldu. Her yıl o gün gelince büyük tören yapılır; bir parça demir alınıp ateşte kızdırılır. Bu demiri önce Göktürk Hanı kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Ondan sonra Türk beyleri de böyle yapıp bu günü kutlarlar.
Orgunakon'dan çıkınca, Köktürklerin ulu hakanı Kayı Han soyundan Börü Tegin, bütün illere elçiler gönderdi; Köktürklerin Orgunakon'dan çıktıklarını bildirdi. Tâ ki, eskisi gibi bütün iller Köktürklerin buyruğu altına girer.
Görüldüğü gibi Orgunakon Destanı. Türk Milletinin Orkun yazıtlarında coşkun bir dille anlatılan var oluş efsanesidir. Bu kutsal destanda Bozkurt, Börü Tegin’de kendini göstermektedir. Burada Bozkurt’un rolü yol göstericiliktir. Nitekim Türklük önünde bir Bozkurt ile bütün dünyayı fethe çıkmıştır. Süryani Mihael, bu durumu şöyle dile getirmektedir: “Önlerinde köpeğe benzer bir hayvan (Bozkurt) vardı; şarktan garba doğru ilerliyorlar ve kurt Türklere kendi dillerinde “kalkınız” diye çağırıyor, onlar da onu takip ediyor; durduğu zaman orada çadırlarını kuruyorlardı.” Süryani Mihael’in bu sözleri çok ilginçtir. Biz Bozkurt’u destanlarda yaşayan hayali bir varlık olarak kabul ediyorken, Türklerin göçü döneminde yaşayan bir tarihçinin bunu tarihi bir gerçek olarak yazmaktadır. Süryani Mihael2in bu sözlerinin kaynağı nedir bilemiyoruz. Mihael, ya Türkler hakkında anlatılanların etkisinde kalarak destansı bilgiler vermiş, ya da bu kutlu göçe bizzat tanık olmuştur. Eğer ilk sebepten dolayı bunları yazmışsa Bozkurt Türklerin en önemli milli belirtkesidir. Bu da Bozkurt’un Türk kültüründeki yeri hakkında değerli bir kaynaktır. Gerçekten görmüş ise de Türk Milletinin ne kadar kutlu ve büyük bir millet olduğunu kanıtıdır.




IV ) TÜREYİŞ DESTANI
Türeyiş Destanı Töles (Kao-çı) ve Uygur Türklerinin ortak destanıdır. Bu destana göre:
Eski Kun beylerinden birinin çok güzel iki kızı vardı. Bu bey kızları ile ancak Tanrıların evlenebileceğini düşünüyordu. Bu sebeple ülkesinin kuzey tarafında yüksek bir kule yaptırarak iki güzel kızını Tanrılarla evlenmek üzere buraya yerleştirdi.
Bir süre sonra kuleye gelen bir kurdun Tanrı olduğu düşüncesiyle kızlar bu kurtla evlendiler. Bu evlenmeden doğan Dokuz Oğuzların sesi kurt sesine benzerdi. Göç Destanı Uygurların yurdunda "Hulin" isimli bir dağ vardı. Bu dağdan Tuğla ve Selenge isimli iki ırmak çıkardı. Bir gece oradaki bir ağacın üzerine gökten ilâhi bir ışık indi. iki ırmak arasında yaşayan halk bunu dikkatle izlediler. Ağacın gövdesinde şişkinlik oluştu, ilâhi ışık dokuz ay on gün şişkinlik üzerinde durdu. Ağacın gövdesi yarıldı ve içinden beş çocuk göründü. Bu ülkenin halkı bu çocukları büyüttü. En küçükleri olan Buğu Han büyüyünce hükümdar oldu. Ülke zengin halk mutlu oldu. Çok zaman geçti. Yuluğ Tigin isimli bir prens hükümdar oldu.
Çinlilerle çok savaştı. Bu savaşlara son vermek için Oğlu Galı Tigin’i bir Çin prensesi ile evlendirmeğe karar verdi. Çinliler , prensese karşılık hükümdardan Tanrı dağının eteğindeki Kutlu Dağ adını taşıyan kayayı istediler. Gali Tigin kayayı verdi. Çinliler kayayı götürmek için kayanın etrafında ateş yaktılar, kaya kızınca üzerine sirke döktüler. Ufak parçalara ayrılan kayayı arabalara koyarak Çin'e taşıdılar. Memleketteki bütün kuşlar, hayvanlar kendi dilleriyle bu kayanın gidişine ağladılar. Bundan yedi gün sonra da Gali Tigin öldü. Kıtlık ve kuraklık oldu .Yurtlarını bırakarak göç etmek zorunda kaldılar.
Bu destan Türklük için önemli değerler taşıyan bir kaynaktır. Türk tipi hakkında bize güzel ipucu vermektedir. Türkler tarih boyunca iki büyük meziyetleriyle tanınmışlardır. Bunlardan birincisi kahramanlıkları, ikincisi de güzellileridir. Nitekim Fars edebiyatında Türk, güzel insan demektir. Bu destanda anlatılan hikayeye göre de baba olan kurt Türk kahramanlığının ve kutsal millet olduğunun belirtilmesidir.


V ) MANAS DESTANI
Kırgız haklının sözlü edebiyatı “Manas” destanının bata bulunduğu büyük destanlardan günümüzdeki Türk Dünyasının yetenekli yazarı Çengiz Aytmatov’un “Kıyamet” romanına kadar kurt motifinin özel edebi motif olarak işlenmesi de gelişigüzel bir olay değildir.
Evet dünya folklorundaki destan geleneğinde ileride kahraman olacak olan kimse, genelde her hangi bir büyülü yardımcı güce rastlar, O güç onu, daha sonraki kahramanlık işlerinde destekleyerek manevi olarak her zaman kuvvet kazandırır. Böylece düşmanlarının karşısında zafere ulaştırır ve her zaman unu, ister savaş meydanında, ister günlük hayatında olsun takip eder, ona eşlik eder.
“Manas” destanını incelediğimizde, bunun bazı örneklerinin korunduğunu fark edebiliriz. Büyük manascı Sagımbay Orozbakov’un varyantında ve onun öğrencilerinin icrasında, Manas çocukluğunda kuzu güderken mitik koruyucu olan kurda rastlar.

Ne kurdun, ne de Bozkurt’un daha,
Ne olduğundan haberi yoktu, hala
Henüz basmıştı ki, dokuz yaşına
N de ayrılmıştı, otağından uzaklara.
Gördü ki Manas ona baktığında,
Kuzuyu yakaladığı anda,
Sağ bırakmıyordu ama,
“Bu da neyin nesidir, hayret? diye,
Çok şaşırdı olan bitenin karşısında.
Manas birlikte oynadığı çocukların içinden büyüğü olan Çegebay’nan “Bu da nedir? Diye sorunca, kurt olduğunu söyler. O zaman Manas “Kurtsa kurttur, bana ne, Karnını doyurunca gider, diye” aldırış etmez. Kuzuyu kaçıran Bozkurt’un peşine takılıp, “Buna kurt mu denilirdi?/İnsan kurt yer miydi?” diyerek Manas, kurdun girdiği kaya dibindeki mağaraya girer. Manas baktığında, kuzunun sağ salim meleyip durduğunu görür.
Mağarada “İşlemeli kaftanlar giyen (cüppeli)”kırk adama rastlar. Ve onlara kurdun nereye gittiğini sorunca:
Adamlar o zaman söyle der:
“Anla artık, evlat, derler.
Kurt olan biziz, dediler,
Yabanca da sizsiniz dediler.
Hızır İlyas’tır bilirsiniz,
Sizi arıyordu kırk gündür.
Kırklar denir bize dediler.

Sayakbay Karalayev’in varyantında ise:

Kurt olarak kurtulan,
Adıdır onun Aleyhi selam. denilmektedir.

Kırk Çilten (kırklar) mitolojik anlayışta gözle görülemeyen, sihirli güce, özelliğe sahip olan, iyilik ve hayırlar yapan ruhtur! Onlar Manas’a “Hak din olan İslam dinini kabul et” diye öğüt verirler.
O an Manas sorar onlara:
“Nasıl olur da siz insanlar
Dönüşe bildiniz kurda?
Kiminiz kurtsunuz ya da?
Söyleyin hemen bana.
Hadi, Bozkurt bir bakıyım,
Dikkatimi sonra dağıtayım.
Manas’a kırklar, “Tutacak olan kolunuz,/ Kadir Allah gücüdür, diye,/Haberdar olunuz,/Göğüstedir, kalbiniz, ve gönlünüz,/Allan’ın sesiymiş diye,/ İşte o zaman biliniz! Diye dua verdiklerinden sonra biri silkinerek Bozkurt’a dönüşür. Manas “yarısı kurt, yarısı insan mı? Diyerek şaşkın şaşkın orda dururken, Çegebay peşinden gelip, kırkları ve meleyip duran kuzuyu görünce o da şaşırır. Kırklar Çegebay’ı da sınarlar ve ona “Manas’a, derdine deva olsun, her zaman ona kut getirsin, diye” Kutu(Kut) Bey ismini verirler.
Kırkların reisi kuzuyu kaçıran kurdu Manas’a tanıtırken:

Kovarak geldiğin işte bu kurt,
Kıyamete kadar sana olur dost,
Manas mısın sen kaplanım,
Kıyamet kopuncaya dek.,
Sana verdiğim yoldaşım.
Suy-i kastı olan düşmanın,
Peşine takıldı yine diye,
Haberdar edecektir diye,
Köse kuyruk, kök dangıt,
Peşine takıldı yine diye,
Haykırırsan önce girecek diye,
kaybolurlar.
S. Karalayev’in varyantında da Kırklar “Kurt olarak”, Manas’a rastlar, ok geçirmez, yakası altın, yeni bakır olar zırhı hediye ederek, dua verirler:
Ateşe koyarsa yanmazsın,
Sel kaplarsa akmazsın
Ruhun sağlam, bakışın güç,
Sana karşı gelenlerin,
Allah izin verirse, hepsini
Yerle dümdüz edersin.
Her şeye kadir olanın
Tek Allah-ü Teala’nın
Bendesi olarak yaratıldın,
Altı şirden farklısın
En küçüğüsün onların,
Kadınperest Bozkurt’un
Ereni olarak yaratıldın,
Halk Paşasıdır kaplan
Ereni olarak yaratıldın,
Hem sultan, hem de kağansın,
Armağanısın tek Tanrının,
Ruh-u ala, ism-i azamsın,
Büyüksün Manas hoşgörülü olan.
Belimsin sen bel bağladığım
Allah-ü Teala emriyle yaratılmış olan
Büyük Bozkurt, aslanımsın,

Manas büyüdüğünde, düşmanlar ile çarpışırken, onunla birlikte savaş meydanına kaplan, aslan, vb. yırtıcı hayvanlar gibi kurt da gelir ve ona destekçi olur, kollar. Kurt vahşi hayvanların içinden en heybetli olanıdır. Eğer başka hayvanlar, örneğin, kaplan, aslan, panter gibileri avını elde etmek için, ilk önce ön ayaklarını kullanıyorsa, kurt direk ağzını kullanmaktadır. Edebiyatta daha çok destanlarda, kurt, kahramanlı tasvir ederken bir teşbih unsuru olarak çok kullanılmaktadır. Bu Manas destanında da böyledir, örneğin; “Kahraman Manas’ı soruyorsan”, “ O bir Bozkurt döbör2 idi”, “Kıranın Manas Bozkurt’a”, “Büyük Bozkurt, aslanımsın” gibi benzetme mısralarına rastlanmaktadır. “Köse kuyruk, Kök-Börü, Bozkurt, milletinin cökörüdür” gibi sıfatlar Manas, Almambet ve Çubak, Sırgak ve Semeteylere yönelik sıkça kullanılmaktadır.
Kısacası, totem dünya görüşünün “Manas” destanında bulunması, destanın eskiliğine işaret etmektedir.Gerçekten de epik motif olarak Kök-Börü motifi, Türk ve Moğol halklarının destanlarında yaygındır. Eskinin bir yankısını, yine yukarıda belirttiğimiz gibi Çengiz Aytmatov’un “Kıyamet” romanındaki Börü-ana tipinden açıkça görebiliriz.
Yavrularından ayrılan Akbara (Asena) çaresizce, sızlayıp, içindeki ukdesini kimseye anlatamıyor, “öleyim derse can tatlı” olduğu sırada aynı yüzündeki kurtların tanrıçası, Börü-Ana ilk defa apaçık görülüyordu. Akbara aydaki tanrıçaya sesinin ulaşabileceğini hissetti: “Ey, tanrıca, Börü-Ana, bana bak, işte ben, Akbara, soğuk dağların arasında terkedilmiş vaziyette, tek başınayım. Yandım, tükendim! Göz yaşlarım göl olduğunu görüyorsundur? İçim acı acı yanıyor, memelerim sütün taşkınlığından patlamak üzere, kime emzireceğim, yavrularımdan ayrıldım. Nerede yavrularım, başlarına bir şey mi geldi, acaba ne günü görüyorlar? İn aşağı Börü-Ana, bana gel, benim yanıma otur, birlikte uluyalım, beraberce ağlayalım. Gel buraya, yere İn, kurtların Ana Tanrısı, ben seni doğup büyüdüğüm çöle götüreyim, orada bize, kurtlara yer kalmadı. Gel buraya, bu kayalı dağların arasına inerek gel. Burada da bize artık yer yok; bize hiçbir yerden yer bulunamayacak gibi geliyor bana.... Eğer inmezsen, Börü-Ana, o zaman, işte beni, zavallı bir duruma düşmüş olan ana kurt-Akbara’ nı yanına al, buralardan götür. Ben de seninle ay yüzünde yaşayım, yer hakkında ağıt söyleyip, ağlayıp oturayım. Ey, Börü Ana-a-a, beni, sesimi duyuyor musun? Dinle dinle, Börü –Ana, dinle benim intizar-ı hararetimi.”
Akbara” niçin aydaki tanrıça, Börü-Anaya yalvarıyor? “ gibisinden bir soru sorarak cevaplamaya çalıştığımızda yine bir ilginç bir husus dikkatimizi çekmektedir. Meğer, Akbara boşuna Börü-Ana’ya insanların acımazlığını, şefkatsizliğini şikayet etmemiş, inlememiştir!
Belki, bu Akbara Börü Anaya “bir zamanlar insanlar da kurtlardan meydana gelmemiş miydi” diye önemli bir soru sormakta, Bazarbay, Koçkorbayev gibilerinin, ecdatlarını unutup, daha gözlerini açmamış kurt yavrularını göz kırpmadan annelerinden ayırdıkları vahşetini anlatıyordur.
Türklerin kurttan geldiklerine dair efsanelerin bulunduğunu biliyoruz. L.Gumilev Türklerin yaradılışıyla ilgili örnekler vermiştir. Örneğin, düşmanlar tarafından soykırıma tabi tutulan topluluktan sadece 13 yaşındaki çocuk, kolları ve bacakları kesilerek, bataklığa atılar. Onu kurt bulur ve ona “şefkat” göstererek onu et ile besler, böylece ölümden kurtarır. Bunu öğrenen düşmanları kurdu öldürmek isterler. Ancak, kurt, kendisini ve çocuğu kurtarmayı başarır. Sonra da Altay dağlarına kaçar. Kurt ondan on oğlan doğurur, ve onlar daha sonra kendilerince bir boyu meydana getirirler.

Türk milletinin edebi yazılı, anıtlarında, folklorunda, destanlarında (“Oğuz-nâme”, “Ergenekon”, “Huuniyey”, Albınji” vs.) kurdun insan oğlunu kurtarması, ona yardım etmesi, birlikte yaşaması vb. düşünceleri açık bir şekilde yansıtılmıştır.Ç. Aytmatov’un “Kıyamet” romanının finalini hatırlıyoruz:
Ne sebepten Akbara, Kenceş’i çiğnemeden kendisiyle beraber götürmek istedi?! Niçin Akbara insanoğluna canı ısındı, kendi yavruları gibi sevesi geldi?
Aytmatov bu epizodu folklordan veya gerçek hayattaki olaylardan almış da olabilir. Fakat, en önemlisi, yazının kurtları romanda başından sonuna kadar tasvir etmesinin maksadı, Türk milletinin menşei hakkındaki bir tezdir diye düşünecek olursak, o zaman finalin tesadüfi olarak ortaya çıkmadığını, tabii olarak eserin iç yapısından gelişerek trajedinin doruk noktasına ulaştığını göreceğiz. Aytmatov’un, kurtları, (Akbara ile Taşçaynar’ı), tamamen bambaşka, orijinal bir şekilde tasvir etmesi, eski milli anlayışa dayanıyor. Dolayısıyla, Türk milletinin kurt hakkındaki efsaneleri yazarın evrensel ve felsefi olarak düşünmesine ilham kaynağı olmuştur. Sonucunu elde etmekteyiz.
Demek ki börü-kaşkır, kurt kavramı, Türk boylarının mitlerinde, rivayetlerinde ve efsanelerinde rastlanılabilecek, iyilik ve şans getirecek bir belirtke olarak kabul edilebilir.

ATASÖZLERİMİZDE KURT

ATASÖZLERİMİZDE KURT

Yakup Çetin


İki koç toslaştığında kurdun karnı acıkır.
Ayrılanı ayı, bölüneni kurt yer.
Kurt bulursa tam, karga bulursa ağaç ucunda yer.
Kurt bile arkadaşına kötülük etmez.
Tilkinin sırıtmasından kurdun hırslanması yeğdir.
Kurt tüyünü kabartır zayıflığını belli etmez.
Kurt ihtiyarlayınca köpeklerin maskarası olur.
Kurdun ağzı yese de kan, yemese de kan.
Kurdu olmayan orman olmaz, hırsızı olmayan yurt olmaz.
Tayı beslersen at olur, kurdu beslersen yad olur.
Kurt yavrusu dağa bakıp ulur.
İtin bedduası kurda tesir etmez.
Kurtlukta düşeni yerler.
Köpeğin sahibi varsa kurdun Allah’ı var.
Kavgacı kurt semirmez.
On itten, bir kurt iyidir.
On ite yedirmektense bir kurda yedirmek iyidir.
Çakal baş koparır kurdun adı yamandır.
El ile oyun olmaz, kurt ile koyun olmaz.
Goyuna gurt gelende, bir geçilini tapar.
Kurttan korkan, koyun saklamasın.
Keçi kurttan kurtulursa gergedan olur.
Keçiye rakı içirmişler, kurdun evini sormuş.
Koyunu güden kurdu görür.
Koyunu kurda ısmarlar.
Koyununu kurda kaptıran çobanın ağzını bıçak açmaz.
Köyün itleri kendi aralarında düşman olsalar da, kurdu görünce birleşirler.
Kurda ensen neden kalın demişler, kendi işimi kendim görürüm demiş.
Kurt komşusunu talamaz.
Kurtla koyun olmaz, ciğerle (akrabayla) oyun olmaz.
Kurtla koyun, kılıç ile oyun olmaz.
Tüylü koyunu kurt yemez.
İt kurdun yanında rahat edemez!

KURT NEDİR?

KURT NEDİR?

Yakup Çetin

Kurt, doğadaki canıbarlardan (hayvanlardan) birisidir. Zekası ve yırtıcılığı en çok bilinen özellikleridir. Bir tren yolculuğum sırasında Sivaslı bazı köylüler kurt hakkında inanılmaz hikayeler anlattılar. Bunlardan en ilginç olanı; ıssız bir yerde yaşayan bir köylünün başına gelenlerdir. Hayvancılıkla uğraşan köylü bir gün canıbarlarını otlatmaya çıkarmış. Kurdun birisi bu adamın ve canıbarlarının peşine düşmüş. Köylü sürüsünü ıssız bir yerde olan ahırına gidene kadar kurt onları izlemiş. Daha sonra birden saldırmış. Elinde silahı olmayan adam çaresiz bir şekilde ahırın damına yakın bir yere çıkmış ve canını kurtarmaya çalışmış. Kurt önce adamın gözlerinin önünde bütün sürüyü yok etmiş. Köylü kurtulduğunu zannederken kurt damı delerek adamı parçalamış. Bu hikayeyi ilk dinlediğim zaman tüylerim diken diken olmuştu. Çünkü o zamana kadar kurdun bu kadar akıllı ve yırtıcı olduğunu bilmiyordum.

Büyük Türk Milleti, kurdu zekası ve yırtıcılığı sebebiyle belirtke olarak kabul etmiştir. Ayrıca özgürlüğü elinden alınan bazı kurt cinslerinin kendilerini öldürdükleri bilinmektedir. Türk Milletinde de yanı düşünce vardır. Örneğin Milli Mücadele döneminde Türklüğün Babası Mustafa Kemal Atatürk; “Ya İstiklali ya ölüm” diyerek bağımsızlığın Türkler için ne anlama geldiğini en güzel biçimde dile getirmiştir. Bütün milletler ile belirtkeleri arasındaki benzerlikler ilk bakışta göze çarpar. Mesela Rusların belirtkesi olan ayı, Rus karakterini anlamamızda bize yardımcı olabilir. Kurt belirtkesine dair inanışlar Eski Roma’da ve Araplarda da bulunmaktaysa da bu belirtkenin Türklerin tamamında milli kült olduğunu biliyoruz.

Milletlerin millet olma vasıflarından birisi de milli belirtkeleridir. Büyük Türk düşünce adamı Hüseyin Nihal Atsız, bu konuda şöyle demektedir: “Milleti millet yapan kaidenin milli sembollerde bulunduğu için bir milleti yıkmak isteyenler onun milli sembollerine hücum ederler. Bir toplumun milli sembolleri olmadı mı artık sürüleşmiş demektir. Bilginlerine, profesörlerine ve her şeyine rağmen onun koyun sürüsünden ve karınca yuvasından bir farkı yoktur. Milli sembollere saldıranlara dikkat edilmelidir, bunu cehalet veya hamakatlarından mı, yoksa gizli maksatlarından mı yapıyorlar? Milli sembol olan Oğuz Han’a dil uzatıldı mı, biliniz ki, o, bilerek veya bilmeyerek düşman için çalışıyor demektir. Milli sembol olan Bozkurt’a köpek diyenler için de durum aynıdır. Üstelik onlar aynada kendilerini görmektedirler.” H.N.Atsız’ın da belirttiği gibi milli belirtkelerimiz milli varlığımızla eş değerdedir. Milli belirtkemiz olan Bozkurt’un önemini Türk düşünce adamlarının en mühim simalarından Nejdet Sancar şu şekilde dile getirmektedir: “Semboller ile sembolü benimseyen milletler arasında uygunluklar olduğu muhakkaktır. Sembol ile milletin birbirine en uygun düşeni ise, şüphesiz kurt ile Türk’tür. Çünkü kurt hayvanlar dünyasının pençesi en sert olanı; Türk ise, insanlık aleminin yiğitlikte en önde bulunanıdır. Bayrağı bir bez parçası sayan adi yaratıkla Bozkurt’a it diyebilen fikri sapık arasında ne fark vardır! Türkler için manevi birçok kutsal varlık vardır. Bozkurt da bunlardan biridir. Bundan dolayı da Bozkurt’u korumak ve yaşatmak, ayyıldızlı bayrağı vatan ufkunda dalgalandırmak kadar büyük bir Türklük vazifesidir. Türk’ün, Türklük için yaşayan çocukları var oldukça, Türk bayrağı nasıl Türk göklerinde dalgalanacaksa; ulu atamız Oğuz Han’a yol gösteren ve Türk’ü Ergenekon’dan çıkarıp büyük yurdumuza kavuşturan Bozkurt da öyle yaşayacaktır. Çünkü Bozkurt, Türk demektir. Türklük var oldukça, onu meydana getiren maddi ve manevi bütün unsurlar da var olacaktır.”

Eski Türkçe’de kurt, bizim günümüzde anladığımız anlamı karşılamamaktadır. Zira Kök-Türk yazıtlarında kurt için “börü” adı kullanılmaktadır. O zaman ki börü adı neden bize kurt olarak gelmiştir? Bunun sebebi dini inançlardır. Çünkü börü adı tabu sayılırdı ve söylenmesi iyi karşılanmazdı. Mesela Müslümanlar, cin denilen doğaötesi varlıklardan bahsederken “üç harfli” adını kullanırlar. Eğer cin sözcüğü çok kullanılırsa, cinlerin oraya geleceğine inanılır. Bu inanç bütün milletlerde ortaktır. Ruslar, Rusça kurt demek olan “volk” yerine, komşuları Türklerin börü sözcüğünden bozma “birük” adını kullanırlar. Almanlarda ünlü bir atasözü vardır:”Kurdun adı söylenirse, o, koşarak gelir(wenn man den wolf nennt, so kommt er grannt)”. Almanlar Noel Bayramından sonraki “wolf” (kurt) adını kullanmazlar. Bunun yerine “das Gewürm”(kurt, böcek) veya “ungeziefer”(yerde sürünen yaratık) sözcüklerini kullanırlar. Estonyalılar “susi” yerine “hund”u, Ukraynalılar “volk” yerine “seriy, serış, senorvat” adlarını kullanırlar.Türk boyları börü yerine; Tobalar “uzun kuruklu” veya “gök gözlü”, Sakalar “kuturuktalı”(kuyruklu), Başkurtlar “kuş-kurt”, Kazaklar “kaskır”, Çuvaşlar “kaçkır” veya “vurun hüre”(uzun kuyruklu), Kürtler “gur”, Oğuzlar ise “kurt” adlarını kullanmaktadırlar. Görülüğü üzere hemen hemen bütün milletler kurdu ifade eden sözcüğü kullanmaktan son derece çekinmektedirler. Bu da kurdun ne kadar korkulan bir canıbar olduğunu en büyük kanıtıdır. Kurt nasıl ise Türkler de aynen bütün milletlerin yüreğini titretmiştir.

Biz bu çalışmada genel ve asıl manadaki börü yerine atalarımızın izinden giderek kurt adını kullanacağız. Belki ilkel bir inanç gibi görülebilir. Ama atalara saygı bir insanlık vasfıdır. Bu saygı sadece hayvanlarda ve hayvanlaşmış insanlarda bulunmaz.

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN MESLEK VE FİKİR HAYATI (1881-1918)

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN MESLEK VE FİKİR HAYATI (1881-1918)

Osmanlı İmparatorluğu'nda Makedonya bölgesi.
1881 yılının bahar ayında Selanik'te Ahmet Subaşı mahallesindeki pembe evde bir Türk ailesinin Mustafa adını koydukları bir oğulları dünyaya gelmiştir (1). Annesinin adı Zübeyde Hanım'dır. Babası Ali Rıza Efendi, Selanik Evkaf kâtipliğinde, 1876 yılında Selanik Asakir-i Milliye taburunda birinci mülazım (üsteğmen) olarak bulunmuş, oğlunun doğduğu tarihte ise rüsumat memurudur. Daha sonra memurluktan ayrılarak kereste ticareti ile meşgul olmuştur.
Mustafa Kemal'in doğduğu tarihte yurtiçi ve dışında önemli olaylar şunlardır:
Meşrutiyet idaresi İkinci Abdülhamid devrinde uygulanmamaktadır. 1876 Kanun-i Esasisi'nin hazırlayıcısı Mithat Paşa İzmir Valisi iken tutuklanmış ve mahkemeye verilerek Hicaz'dan Taif Kalesi'ne sürgüne gönderilmiştir. Osmanlı devleti mali meselelerde en güç durumda olduğu bu dönemde, yeni borçlanmalara girişmektedir. Ancak bu aldığı paraları hükümet bütçe açığını kapamak ve dağınık iş borçlarını ödemek için harcamaktadır. Herhangi bir üretici veya sanayi kuruluşlarında yararlı bir hale getirilmemekte idi. İşte bu durumda dış memleketler alacaklarının temsilcileri ile ''Muharrem Kararnamesi'' adı verilen bir anlaşma yapılmıştır. Buna göre kurulan ''Düyun-ı Umumiye'' idare meclisi, Osmanlı borçlarının ödenmesi için devlet gelirlerinden bir kısmını doğrudan doğruya toplama yetkisini elde etmekte ve böylece mali idareye dış ülkeler el koymakta idiler.
Dış olaylarda ise Fransızlar Tunus'u işgal etmişlerdir. Almanya, Avusturya, Rus Çarlığı üç yıl için gizli bir anlaşma yaparken, Boğazlar meselesi üzerinde de görüş birliğine varmışlardır.
İşte devletin bu ortamı içinde doğmuş olan Mustafa, okul yaşına geldiği vakit, babası Ali Rıza Efendi, oğlunu yeni sistem okulda okutmayı kararlaştırmıştır. Fakat annesi eski geleneklere bağlıdır. Oğlunun mahalle okuluna gitmesini ister. Bu iki fikrin, yeni-eskinin aile içinde tartışılması küçük Mustafa'da ilk derin izini bırakmıştır. Annenin istediği sadece okula başlamada eski usulde bir tören yapmakla yerine getirilir. Baba ise oğlunu ertesi gün, Şemsi Efendi Okulu'na kaydettirir. Fakat ne yazık ki memuriyetten ayrılarak kereste ticareti yapan genç baba, oğlunun okumasını göremeyecektir. Mustafa daha ilkokul çağında babadan yetim kalmıştır. Ancak o ailevi geçim güçlüklerine rağmen öğrenimine devam etmiş, Selanik Askeri Rüştiyesi'ne (ortaokul) imtihan vererek girmiştir. Burada matematik öğretmeni Mustafa Efendi, kabiliyet ve kemalini beğendiği için ona Kemal adını vermiştir. Mustafa Kemal 1895'te doğduğu şehirden çıkarak Manastır Askeri İdadisi'ne (lise) yatılı öğrenci olarak girmiştir. Orada şiir ve edebiyata merak sarmıştır ve güzel yazı yazmayı öğrenmek ister. Yabancı dili de öğrenmenin gerekli olduğuna inandığından, tatil zamanlarında Selanik'teki Frerler Okulu'nda Fransızcasını ilerletmek için kurslara devam eder. Mart 1899'da Mustafa Kemal'i İstanbul Harp Okulu'nun piyade sınıfında kayıtlı buluyoruz. O, bir taraftan normal derslerine çalışırken, diğer taraftan hür fikirli şiir ve yazıları okuyor ve sınıf dışında arkadaş gruplarıyla aralarında tartışmalar yapıyorlar. O, aynı zamanda iyi söz söylemeye merak sarmış ve arkadaşlarını etrafına toplayarak bu denemeleri yapmıştır. 1902'de Erkân-ı Harb sınıfına (Harp Akademisi'ne) ayrılan Mustafa Kemal, memleket idaresinin durumu üzerinde düşünmektedir. Fakat o, asıl askerlik derslerine çalışmakta ve onlar üzerinde mesleki bilgilerini geliştirmektedir. Mustafa Kemal İstibdad İdaresi'ni İstanbul'da daha yakından hisseder olmuştur. Harp Akademisi'nin genç öğrencileri yeni hür fikirler etrafında toplanmaktadırlar.
Mustafa Kemal üç yıllık bu yükseköğrenimi esnasında anlayışlı, zeki ve çalışkan olarak hocalarının takdirini ve dikkatlerini çekmiştir. Ancak o, kendi benliğinde manevi huzursuzluk içindeydi. Mana ve mahiyetini bir türlü anlayamadığı duyguların etkisi altında küskün, kederli ve içinden gelen bir isyan duygusu ile dolu halde yaşıyor, ne bulursa okuyor ve yazıyordu. Harp Akademisi'nde ve devlet merkezindeki inceleme ve izlenimleri onda derin izler bırakacak kadar kuvvetli olmuştur. Hocalarının verdiği askeri problemleri halletmeye çalışırken adeta geleceğin meydan savaşlarını idare eden bir duygu içindedir. Bir gün tabiye (strateji) hocası Trabzonlu Nuri Bey sınıfta diyor ki: ''Efendiler, harp, muharebe artık bunlar sizce bilinen şeylerdir. Fakat gerilla nedir biliyor musunuz? İşte en müşkülü budur. Gerilla kolay bir askeri hareket değildir. Gerillayı bastırmak da onu yapmak kadar güç bir harekettir.'' Bunun üzerine Mustafa Kemal hocasından şu ricada bulunuyor: ''Bu verdiğiniz dersi, Türkiye'nin belirli bir bölgesinde olmuş gibi ve dediğiniz tedbirlerin orada nasıl uygulanacağını lütfen anlatır mısınız?'' Bunun üzerine hoca dersi daha etraflı anlattıktan sonra şu ödevi veriyor: ''Efendiler, Osmanlı İmparatorluğu'nun devlet merkezi İstanbul'dur. Hükümet İstanbul'dadır. Bilinmeyen sebeplerden dolayı Boğaziçi'nin doğu kıyılarından İzmit ve onun kuzeyinde Karadeniz'e çekilen bir hat içinde bulunan bölgedeki Türkler, payitahta karşı isyan etmişler ve gerillaya başlamışlardır:
1- Bu küçük bölge halkı bu isyanı niçin, nasıl yapabilir ve yürütebilir?"
2- Osmanlı İmparatorluğu, devleti, bütün hükümeti ve ordusu ile bu isyanı nasıl bastırabilir?"
İşte bu ders uygulamasını Mustafa Kemal sonraları Samsun ve çevresinde olduğu gibi, Anadolu'da da yaşayacak ve ona göre tedbirlerini alacaktır.
11 Ocak 1905'te Mustafa Kemal, Harb Akademisi'nden yüzbaşı rütbesi ile mezun olmuştur. Siyasi faaliyetlerine ise, birkaç arkadaşı ile toplantılar yaparak devam etmektedir. Bundan dolayı sarayda sorguya çekiliyorlarsa da, bir müddet sonra Suriye'deki Beşinci Ordu Merkezi olan Şam'a tayin edilerek gönderilir (5 Şubat 1905). Bu münasebetle Osmanlı idaresinin Suriye'deki durumuna yakından şahit olmuş ve çeşitli fırsatlarla bu bölgenin her tarafını gezmiştir. O, sivil ve askeri idarenin durumunu beğenmemektedir. 1906 yılının Ekim ayında birkaç fikir arkadaşı ile beraber ''Vatan ve Hürriyet'' adı altında bir cemiyet kurarlar. Suriye, Lübnan ve Filistin'deki bazı merkezlerde Mustafa Kemal bizzat bu cemiyetin şubelerini yaymaya çalışmış ve bu cemiyeti asıl Makedonya'da faaliyete geçirmek istemiştir.
İzinle Selanik'e giden Mustafa Kemal, orada bazı arkadaşlarının yardımıyla bu cemiyetin bir şubesini kurabilmiştir. Ancak, askeri vazifesine dönmek zorunda olduğundan tekrar Suriye'ye gitmiştir. Bu sırada Mısır hududunda Akabe meselesi dolayısıyla o bölgede vazifelendirilen Mustafa Kemal, bir müddet orada kalmıştır. Topçu stajını yaptıktan sonra Şam'a gittiği vakit, ordu Erkân-ı Harbiyesine (genelkurmay) tayin edilmiş ve 20 Haziran 1907'de kolağası (kıdemli yüzbaşı) rütbesini almıştır. Bu arada Şam kütüphanelerinde eski Türk eserlerindeki askeri yönetmelikleri incelemiştir. Aynı yılın eylül ayında ise Makedonya'daki Üçüncü Ordu emrine verilmiş oluyordu. Bu ordunun kurmay heyetindeki görevine Selanik-Üsküp demiryolu müfettişliği de eklenmiştir. Bu görev II. Meşrutiyet'ten önce bu bölgedeki hürriyet ilanı için yapılan çalışmalara yakından katılmayı sağlamış ve bu kişilerle tanışma ve görüşmesine vesile olmuştur.
23 Temmuz 1908'de II. Meşrutiyet olarak hürriyetin Makedonya merkezinde ilanı, Osmanlı devletinde rejim değişikliğine yol açmış ve parlamenter sistemi 30 yıllık aradan sonra geri getirmiştir. Birinci Meşrutiyeti ve Kanûn-ı Esâsîyi yürürlükten kaldıran II. Abdülhamid'in bunu kabul edişi, milletin bu isteğine karşı gelemediği içindir.
Fakat yıllarca istibdâd idaresinin başında bulunmuş olan bu padişahın tahttan indirilmesi gerekli görülmüş ve 7 Nisan 1909'da yine Osmanlı hanedanından V. Mehmet Reşat padişah olmuştur.
Mustafa Kemal bu yeni devrede devletin idare sisteminde esaslı değişikliklerin yapılması taraftarıdır. Aynı zamanda ordu mensuplarının, bir siyasi kuruluş haline gelen İttihat ve Terakki içinde görev almamalarını önerir. Bunun için ordunun ıslahında, subayların talim ve eğitiminin esas olduğunu kabul ettirmek için uğraşmış ise de, siyasi bir parti haline gelen ''İttihat ve Terakki''nin üye ve taraftarları bu fikri kabul etmemişlerdir. Mustafa Kemal bu yıllarda askeri meselelere ait telif ve tercümeler yaparak yayınlarda bulunmuştur (2).
Bu münasabetle Atatürk'ün 1937'de anlattığı bir olayı, okuyalım:
''Osmanlı İmparatorluğu'nda 1908 Hürriyet İnkılâbı olmuştur.''
Mustafa Kemal Makedonya'dadır. Yıl 1909 yazıdır. O, Selanik'teki büyük kumandanlık Erkân-ı Harbiyesi'nde (kurmayı) kolağası (kıdemli yüzbaşı) rütbesinde bir subaydır.
Osmanlı ordusu hizmetinde bulunan Almanyalı Mareşal Von der Goltz, Makedonya'daki Türk ordusuna garnizon tatbikatı yaptırmak üzere Selanik'e gelecektir.
Büyük kumandanlık Erkân-ı Harbiyesi'nde, talim ve terbiye masası şefi olan Mustafa Kemal, Mareşal Von der Goltz gelmeden evvel, Selanik civarında tatbikatını muvafık gördüğü bu meseleyi hazırlamakla meşguldü.
Mustafa Kemal, Kumandan Hâdi ve Erkân-ı Harbiye Reisi Ali Rıza Paşa'ları haberdar etmek istiyor. Paşalar, Kolağası Mustafa Kemal'in bu cüretini hayretle karşılıyorlar.
- Canım diyorlar, buraya gelecek olan Goltz, bizden ders almak için değil, bize ders vermek için geliyor.
Mustafa Kemal buna şu cevabı veriyor:
- Büyük alim, filozof, Millet-i Müsellâha müellifi olan Goltz'dan istifade etmek, üzerinde durulacak mühim bir noktadır. Ancak Türk Erkân-ı Harbiye ve kumanda heyetinin, kendi vatandaşlarını nasıl müdafaa etmek lazım geleceğini gösterebilmeleri elbette ondan daha çok mühimdir. Bir de, buraya yorgun gelecek olan mareşale fazla külfet yüklememek de münasip olur kanaatindeyim.
Mustafa Kemal'in bu hareketini doğru bulmayanlar henüz kanaatlerini değiştirmemişlerdir. Bunun üzerine Mustafa Kemal daha ileri giderek:
- Efendim diyor, benim hazırlayacağım meseleyi mareşale göstermek ayıp değildir. Bunun aksi ayıptır. Benim planım mareşalin fikrine uygun düşmez veyahut mareşal benim eserime ilgi göstermezse, kendi istediğini tatbik ettirmek onun elindedir. Fakat bütün Makedonya'ya şamil büyük bir Türk ordusu kumanda ve Erkân-ı Harbiye heyetinin hiçbir şeyi düşünmez ve hiçbir müdafaa tertibatı alamaz insanlardan teşekkül ettiği zehabını onda uyandırırsak, işte Türklüğe ve Türk askerliğine yakıştırılmayacak hareket bu olur.
Mareşal Goltz Selanik'e gelmiştir ve Splandit-Palasta'dır. O günün gecesinde Mustafa Kemal, bu otele ve mareşalin yanına gitmek üzere, bir davet alıyor. Mustafa Kemal'i otel koridorunda karşılayan Erkân-ı Harbiye Reisi'nin yüzünde müjdeleyici bir ifade vardır. Mareşalin bulunduğu salona girerken, Erkân-ı Harbiye Reisi bu müjdeyi Mustafa Kemal'e bildiriyor: Kendisinin planını mareşal çok beğenmiştir. Ancak bazı izahat almaya lüzum gördüğünden plan sahibini davet etmiştir.
Mustafa Kemal: ''Merak etmeyiniz, icap eden izahatı veririm'' sözü ile muhatabını tatmin ederken, holde mareşalle karşı karşıya geliyor. Salona giriyorlar. Masa üstünde bir büyük harita durmaktadır. Kumandan ve Erkân-ı Harbiye Reisi ayakta dinliyorlar. Yalnız mareşal ile Mustafa Kemal konuşmaya başlıyorlar. Münakaşa ediliyor ve karar veriliyor: Mustafa Kemal'in planı tatbik edilecektir.
Ertesi gün, Vardar nehri havzasında tatbikat başlıyor, karşılıklı kuvvetler harekete geçiyorlar. Bir muharebe tatbikatı yapılmaktadır. Muharebenin cereyanı esnasında Mareşal Goltz, Mustafa Kemal'i aratıyor. Yanında bulunmasını emrediyor ve: ''Bana yardım ediniz'' diyor. Mareşalin hakkı vardır. Çünkü kendisi araziye yabancı, o havaliyi Mustafa Kemal kadar tetkik etmek fırsatını bulamamıştır, bir de bu meseleyi tertip eden kendisi değil, Mustafa Kemal'dir.
Manevra bittikten sonra tenkit yapılacaktır. Bunu yapan bizzat mareşal olmuştur. Bu tenkitten bütün kumanda ve Erkân-ı Harbiye heyeti memnun ve müstefid olmuştur. Mustafa Kemal'in kanaatine göre, Almanyalı mareşalin tenkidi, herkeste şu intibaı bırakmıştır:
''Kumandanlar madunlarından yüksek ve alim olmalıdırlar.''
Şimdi bu meseleyi ve neticesini tahlil edelim diyor Mustafa Kemal. O, Selanik garnizon tatbikatına esas olacak meselenin, Makedonya kumanda ve ''Erkân-ı Harbiye'' heyeti tarafından hazırlanmasında neden ısrar etmişti?
Atatürk bunu anlattıktan sonra şu öneride bulunmuştu. ''Bu anıyı yayınlamak istersen, benim o zaman çıkardığım bir çeviri kitabımdaki yazıları okursun.'' Bu kitap, General Litzman'ın Mustafa Kemal tarafından ''Takımın Muharebe Talimi'' adıyla Türkçeye çevrilmiş ve Selanik'te (1324- 1908) yayımlanmıştır. Altmış dört sahifelik kitaba, çeviren tarafından bir önsöz konmuştur. Yedi sahife tutan bu yazılarda geleceğin Türk kumandanının ileri görüşleri sezilmektedir. Aynı zamanda Mustafa Kemal, bu yazısında amir olan kumandanların küçük rütbedekilere yol göstermesini istemiş ve bunun Türk amir ve kumandanından başkalarına bırakılmamasını yerinde bulmuştur. Ancak cihanın son askeri gelişmelerinden haberdar olmanın lüzumuna da işaret ederek, yabancı eserlerden yararlanmanın gerekli olduğunu da kabul etmiştir. Kitabın önsözündeki 5. sayfasında, aynen şöyle yazmaktadır:
''Demek istiyorum ki, ordu ve fırka Erkân-ı Harbiyesi'nin -ki ilk vazife-i vicdaniyeleri zabitan ve efradın harbe hazırlıklarının daimi nigehbânı ve her hususta onların pişvası olmaktır- bizzat delalette bulunmak suretiyle müstefid edebilecekleri kıtaat ekalliyette kalır ve binaenaleyh kendileri vazifelerini ifa edemezler, veyahut netice-i gayrete lüzum görürler. Bu hususta en iyi vasıta talimlerin, harp nokta-i nazarından suret ve muvaffakiyet-i icrâiyyesini tasvir eder âsârdan istifade etmektir.''
Diğer taraftan Mustafa Kemal bu yazılarının başında gayet önemli bir meseleye temas ediyor ve aynen şöyle söylüyor:
''Bir ordunun, senelerce sây ve tatbik sayesinde ahkâmına vukuf hasıl ettiği talimatnamesinin tebdili, heyet-i umumiyye-i askeriyeyi şaşırtır. Bahusus yeni kabul edilen talimname, kendi talimnamelerinin tedricen kendi taraflarından ıslah edilmiş bir sureti olmazsa bu şaşkınlık büsbütün zulmet ve mübhemiyet içinde olur. Çünkü hayat-ı askeriyede yeni açılan bu safha; dahil olanların kendi mesai ve tekemmülat-ı tedriciyyelerinin ma'kes-i tecelliyatı değildir. Orada herkesin hatvesi mütereddid, nazarı mütehayyir, fikri müşevveştir.
İşte bugün Osmanlı ordusu heyet-i askeriyesi bu haldedir. Lakin ne çare ki bu şaşkınlıktan bugün ihtiraz etmek istersek, yarın derecesi büyüyeceği için ihtiraz imkânı azalacak veyahut bir meydan- ı muharebenin ateşli seması altında, esbab-ı izalesi mevcudiyetimize tesir-i elim icra edebilecek azim bir şaşkınlıkla nihayet bulacaktır.''
Atatürk bu yazılarında açık bir eleştiriye dayanan tahliller yapmakta ve acı hakikati olduğu gibi yazmaktadır. İşte, bu gibi fikri hazırlıklar kendisine ilerisi için esaslı dayanak noktaları olmuştur.
İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra Trablusgarp'ta bu idareye karşı gelmek isteyenlerin durumunu denetlemeye memur edilen Mustafa Kemal, dönüşte de Bingazi ve Girit'e uğramıştır. Bingazi'deki Osmanlı idaresini yürüten devlet adamlarının durumunu ve yerli halkın isyan nedenlerini inceleyen Mustafa Kemal, bazı tedbirlerin alınmasını öngörmüştür, bunların başı olan şeyh ile de görüşmüştür. Bingazi'daki temaslarında devlet otoritesinin hâkim olmasını geçici de olsa, sağlayabilmiştir. Bunu ayrıntıları ile anlatan Mustafa Kemal, o sırada Osmanlı idaresinde bulunan Afrika bölgelerinin ne durumda olduğunu bu vesile ile görmüş bulunuyordu. Meşrutiyetin ilanından Meclis'in toplandığı 17 Aralık 1908 tarihine kadar geçen zamanda, genel durumda kararsızlık ve yer yer bu rejime karşı gelen bir tutum belirir. Seçimde çoğunluğu ''İttihat ve Terakki'' Partisi kazanır. Ahrar Partisi'nden ise bir mebus seçilir. Ancak memleket içinde çeşitli çevrelerde taassub kışkırtmaları, orduda alaylı-mektepli subay ayrılıkları, erlerin uzun süre silah altında kalması ve nihayet dış durumdaki gerginlik ve padişahın tutumu bu devrede yeni olaylara neden olur. İşte 31 Mart (13 Nisan 1909) vakası diye anılacak olan gericilik hareketi Selanik'te İstanbul'dan gelen bir telgraf üzerine duyulunca, Redif Fırkası'nın kurmay başkanı olan Mustafa Kemal, kumandanlarını uyararak İstanbul'a bir kuvvetin gönderilmesinin gerekli olduğunu bildirir. Çünkü İstanbul'dan alınan bütün haberler bu bakımdan değerlendirilince orada olağanüstü bir durum olduğunu kabul etmek gerekiyordu. Ordu Kumandanı Mahmut Şevket Paşa'nın görevlendirdiği Hüseyin Hüsnü Paşa kuvvetlerinin kurmay başkanı olarak Mustafa Kemal, İstanbul üzerine harekete geçer. 17 Nisan'da Çatalca, 18'inci gecesi de Küçükçekmece'dedirler. Mustafa Kemal'in '' Hareket Ordusu'' adını verdiği bu kuvvet, İstanbul halkına ve genelkurmaya iki telgraf çeker. Mustafa Kemal'in kaleminden çıkan bu bildirinin dikkate değer tarafı millet mefhumu içinde meselelerin anlatılmasıdır. Cümleler millet sözü ile başlar ve bütün kuvvetin onda toplandığı ifade edilir. Örneğin 6. paragrafı aynen şöyledir:
''Millet mebuslarının ve bu muhterem mebusların şayan-ı itimad görüp intihab ettikleri heyet-i vükelânın hayatları ve Kanun-ı Esasi'nin kendilerine bahşettiği hukuku ve nüfuz ve selahiyetleri tamamıyla ve Kemaliyle temin ve sükûn ve sürûr-ı umumi, kat'iyyen istihsal edilecektir.''
Bu bildirideki siyasi fikirlerde, meşrutiyeti yeniden ilan ettirmekte ve anayasayı kabul ettirmekte öncü olan İttihat ve Terakki Cemiyeti ile bir kısım ordu mensuplarının hareketleri, millete dolayısıyla demokratik esaslara dayatılmak istenmektedir. Anayasının (Kanun-ı Esasi) üzerinde başka bir kuvvetin olamayacağı görüşüyle de monarşik ve müstebid idareye dolaylı da olsa, bir imada bulunulmaktadır. Bu yazı Mustafa Kemal'in, ilk siyasi belgesi olup, üslup ve fikir bakımından geleceğin ifadelerini taşır.
Bundan sonra yine Selanik'teki vazifesine döndüğünde bütün dikkat ve ilgisini, ordu içindeki askeri meseleler üzerinde toplamıştır. Askeri manevralardaki başarı ve çalışmaları dikkati çekmektedir. 38. Piyade Alayı'na kumandan tayin edildiği vakit, Arnavutluk'ta çıkan ihtilal hareketinin bastırılmasında, Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa, Selanik'ten geçerken kurmay başkanı olarak yanına Mustafa Kemal'i alır. 1910'da Fransa'da Picardie askeri manevralarına Türk ordusunun temsilcisi olarak üç kişilik bir heyetle gider. Eylül 1911'de Mustafa Kemal'e İstanbul'da Genelkurmay Başkanlığı'nda bir memuriyet veriliyorsa da bu sırada (27 Eylül 1911) İtalyanların Trablusgarp'a hücum ettikleri haber alınmış ve Mısır yoluyla Bingazi'ye gitmiştir.
Tobruk'ta Ethem Paşa'nın kumandasındaki kuvvetlerin kurmay başkanlığı vazifesini alır. Mustafa Kemal, İtalyan kuvvetlerine, karşı bir hücumla Osmanlı ordusunun geçici de olsa başarısını sağlamıştır (9 Ocak 1912). Bundan sonra Mustafa Kemal, Derne'ye giderek oradaki kuvvetlerin kumandanlığını üzerine alır ve İtalyanlara karşı koyma hareketlerini, bir yıla yakın zaman idare eder. Binbaşı rütbesini burada iken almıştır (27 Kasım 1911). Bu bölgedeki müdafaa savaşları, Mustafa Kemal'in ilk mesleki denemeleri olmuştur. Trablusgarp'a daha önce meşrutiyete karşı yerli isyanların durumunu incelemek üzere gitmiş olduğundan bu bölgeyi tanımaktadır.
Bu seferki vazifesi ise, Osmanlı idaresi altında olan bu yerleri savunmak içindir. Ancak, Ekim 1912'de Balkan devletlerinin hücumu ile başlayan savaşı haber alınca Avrupa yoluyla Romanya üzerinden İstanbul'a dönmeden önce, Mısır'da, Komanova yenilgisini ve Selanik'in düşmanlar tarafından alındığını haber alır. Bulgar ordusunun Çatalca'ya kadar gelmiş olduğunu işittiği vakit, pek çok üzülmüş ve buna inanmamıştır. İstanbul'a geldiği zaman ise genel durumu işittiğinden de daha fena bulmuştur. Bu sırada Gelibolu Yarımadasını korumak için Akdeniz Boğazı mürettep kuvvetleri harekâtı şubesi müdürlüğü vazifesini almıştır (25 Kasım 1912). Edirne'nin geri alınmasındaki askeri harekâtı Bolayır Kolordusu Kurmay Başkanı sıfatıyla tanzim ve idare etmiştir.
Edirne'ye ilk giren kıta bu kolordunun süvari livasıdır. Bu kuvvetlerin ayrıca kumandanı olmadığı için, kumanda vazifesini de Mustafa Kemal yapmıştır. Bu ikinci savaş sahası ve tecrübeleri Mustafa Kemal'e özellikle Gelibolu Yarımadası'nı, Çanakkale Boğazı'nı karadan savunma şartlarını askeri bakımdan tanıma ve inceleme fırsatını vermiştir. Bu kendisine ileride faydalar sağlayacaktır. Balkan Savaşı'ndan sonra Mustafa Kemal Sofya merkez olmak üzere Bükreş, Belgrad ve Çetine ataşemiliterliklerinde vazife almıştır (27 Ekim 1913-2 Şubat 1915). Bu vazife esnasında da yarbaylığa terfi etmiştir (1 Mart 1914). Bu ataşemiliterlik kendisine yabancı dil bilgisini ilerletme fırsatını verdiği gibi, Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrılarak kurulmuş olan Balkan devletlerinin siyasi ve askeri durumlarını inceleme fırsatını da vermiştir.
Birinci Cihan Savaşı (28 Temmuz 1914-30 Ekim 1918), Mustafa Kemal'in hayatında iki yönden etkili olmuştur. Bir kere çeşitli cephelerdeki savaşlarda vazife almış ve askeri yönden büyük tecrübeler elde etmiştir. İkinci olarak da devlet idaresi ve sosyal bünyemiz için yeni fikirlere sahip olmuştur. Bu her iki tecrübe ilerisi için bir hazırlık devridir.
Devletler iki büyük gruba ayrılarak savaşı başlattıkları vakit, İtilaf devletleri, ''Şark meselesi''ni halletmek ve ''hasta adam'' dedikleri Osmanlı devletinin topraklarını paylaşmak için aralarında gizli antlaşmalar yapmışlardır. Osmanlı devleti İttifak devletleri grubunda savaşa karar verdiği zaman, gayesi tam olarak belli değildir. Mustafa Kemal savaşa katılmakta acele edildiği inancındadır. Bunun için gerekli makamlara bu fikrini ve gerekçelerini bildirmiştir. Fakat savaşa girme durumu Osmanlı devleti için kaçınılmaz olunca (11 Kasım 1914), Mustafa Kemal ataşemiliterlikten ayrılıp, orduda bir vazife verilmesini ister. Başkumandanlık vekilinden bu emir, ancak 2 Şubat 1915 tarihinde Tekirdağ'ında kurulmakta olan bir tümenin kumandanlığı için gelmiştir. Mustafa Kemal 19. Fırka adını alacak olan bu tümeni az zamanda muntazam bir hale getirmiştir. Bu kuvvetler Arıburnu, Anafartalar ve Ece limanı bölgesinde Maydos'ta, sonra da Bigalı köyünde mevzilenmiştir. İtilaf devletlerinin taarruz planı, Çanakkale Boğazı'nı denizden geçerek Karadeniz yolunu açmaktı. Bu suretle İstanbul da işgal edilmiş olacaktı. İtilaf devletlerinin ilk saldırıları Boğaz'ı donanma ile geçmekti. 18 Mart 1915'teki Türk-Osmanlı müdafaası başarı ile sonuçlanınca, İtilaf devletleri Gelibolu Yarımadası'nın batısından karaya asker çıkararak buradan İstanbul yolunu açmak istediler. İşte Beşinci Ordu buna karşı kurulmuş oluyordu. İtilaf gemileri Arıburnu ve Seddülbahir'de 25 Nisan 1915'te kuvvetlerini karaya çıkardıkları vakit, Mustafa Kemal üst komutandan emir beklemeden derhal kuvvetlerini harekete geçirmiştir. Kemalyeri'nden gözetlediği düşmanı Koca Çimen ve Conkbayırı mevkilerinde verilen savunma savaşları sonucunda düşmanın her an artan kuvvetlerinin ilerlemelerini durdurmayı başarır. Bundan sonra da her iki taraf siperlerinden savaşı devam ettirirler. Mustafa Kemal bu savaşlar esnasında yazdığı günlük notlarında şu bilgileri verir: ''26 Temmuz (8 Ağustos) günü sabahtan akşama kadar aldığım çeşitli bilgilerden ve 108 rakımlı tepe civarındaki karargâhımdan gördüklerim, Conkbayırı'nın tehlikeli olduğu anlaşılmakla beraber, Conkbayırı tepesinin düşman eline geçip geçmediğinde tereddüt devam ediyordu. Aynı gün saat 4'ten sonra da üçüncü istihkam taburu kumandanı Binbaşı İsmail Hakkı Bey'den gelen raporda ''Düşman Conkbayırı'nda siper kazmaya devam etmektedir. Siperler içinde düşman askerleri gezmekte ve kum torbaları koymaktadırlar.
Conkbayırı'nda, yaverim Kâzım Efendi'nin saat 5.30'da verdiği bilgide düşmanın askerimizle yirmi beş-otuz metre uzaklıkta karşı karşıya bulunduğu, 64. Alay'ın ikinci taburunun yaptığı hücumda başarılı olamadığı, 32. Alay'dan gelen üçüncü taburun ilerletilemediği bildiriliyordu.
Durumun önemi ve nezaketi büyük olduğundan, Conkbayırı emir ve kumandası için üst karargâhların dikkatini çektim.
Ordu Erkân-ı Harbiye Reisi, Ordu Kumandanı Liman Von Sanders Paşa tarafından beni telefon başına çağırdı. Durumu nasıl gördüğümü ve fikrimi sorduğunu bildirdi. Kendisine Conkbayırı durumunun nezaketini anlattım. Düzeltmek için kısa bir an kaldığını ve bu anın kaybı halinde felaketin pek muhtemel olduğunu söyledim.
Durum umumileşmiş, Anafartalar'a çıkmış ve çıkmakta olan büyük düşman kuvvetlerini dikkate almak ve ona göre genel tedbirlerle idareyi sağlamak ve birleştirmek gerekiyordu. Bu sebeple Erkân-ı Harbiye Reisi'nin ''Çare kalmadı mı?'' sorusuna verdiğim cevapta bütün kuvvetlerin benim kumandama verilmesinden başka çare kalmadığını söyledim.
- Çok gelmez mi? dedi.
- Az gelir dedim."
Mustafa Kemal 8 Ağustos 1915'te Anafartalar Grubu Kumandanı oluyor. İşte bu savaşlar esnasında bir gün subaylar ve askerler arasında şu havadis yayılıyor: ''Düşmanlar zehirli gaz kullanacakmış.'' 1. Cihan Savaşı'nda bu en korkunç maneviyat bozucu bir haber niteliğindedir. Mustafa Kemal diyor ki: ''Ben düşündüm, buna karşı koyacak herhangi bir tedbire ve vasıtaya o zaman Türk ordusu malik değildi. Derhal şu fikri ileri sürdüm. Düşman zehirli gazı kullansa da bize tesir etmez, çünkü onlar deniz kenarındaki düzlük ovada, biz ise daha yükseklerdeyiz. Bu haber ordu birlikleri arasında yayıldı. Hakikaten düşman ufak bir deneme yaptı ise de, o sırada rüzgâr istikametinin değişmesi de bize yardım ederek, bu gaz belasından kurtulmuş olduk, böylece de erlerimizin maneviyatı, bize inançları kuvvetlendi.''
10 Ağustos 1915 Conkbayırı taarruzunu Mustafa Kemal bütün ayrıntıları ile defterine yazmıştır. Savaş alanında bir şarapnel parçası göğsünün sağ tarafına çarpar; cebinde bulunan, babasından kalma saati parçalar. Bu suretle yaralanmadan sadece derince bir kan lekesi bırakır. Çanakkale Cephesi'nde Gelibolu Yarımadası'nda Ordu Kumandanı Liman Von Sanders Anafartalar Grubu 19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal için Başkumandan Vekili Paşa'ya 1915'de şöyle yazar:
''Albay Mustafa Kemal beş ay önceki düşmanın ilk karaya çıkış hareketinden beri 19. Tümen başında parlak şekilde savaşmış ve İngilizlerin Anafartalar bölgesinde son büyük çıkarma hareketleri karşısında en müşkül bir anda kumandayı üzerine almıştır... Bu görevi, büyük bir cesaret ve bilgi ile başarmıştır. Kendisini bu hususta takdir ettiğimi bildiririm.''
Aynı zamanda Mustafa Kemal'in bu büyük savaşta hizmetlerine muhakkak surette Türk ordusunun muhtaç olduğunu, kendisinin çok müstesna kabiliyetli, yetkilerini kavrayan cesur bir kumandan olduğunu da ifade eder.
Birinci Cihan Savaşı'nda Çanakkale Boğazı'nı geçmek veya Gelibolu Yarımadası'na batıdan asker çıkarmak isteyen İtilaf kuvvetlerine karşı, Türk donanma ve ordusu en şiddetli mukavemet kudretini göstermiştir. Bu savaşın en önemli stratejik yeri daima Boğazlar bölgesi olmuştur ve yine bu savaş boyunca Türk topraklarının kilitli bir kapısı, Çanakkale Boğazı ve Gelibolu Yarımadası'dır. Bu cephenin karadan müdafaasında Mustafa Kemal ilk askeri zaferini elde etmiştir. Türk ve müttefik orduları içinde, Mustafa Kemal ismi bu vesile ile tanınmıştır. Arıburnu ve Anafartalar galibi Mustafa Kemal, yıllarca sonra bu savaş safhalarını anlatırken, insan kayıplarımızdan dolayı büyük hüzün ve elem duyduğunu tekrarlardı. O, düşmanın nefes alışını işitircesine, karşılıklı cephelerde bulunan ve savaşın değerli Türk subay ve erlerinin cesaret ve fedakârlıklarını binbir örnek ile anlatırdı. Fakat Anafartalar Grubu Kumandanı Mustafa Kemal, insan olarak Türk şehitlerini ve düşman ölülerini gördüğü zaman (Ağustos 1915) hayatının en acı dakikalarını yaşamış olduğunu da gözleri yaşararak söylerdi. Bu taarruz ve müdafaa savaşlarıdır ki, Türk ordusuna tarih boyunca şan ve şeref kazandırmıştır.
Mustafa Kemal'in Nisan 1915'te Kemalyeri'nden verdiği emir şudur:
''Benimle beraber burada muharebe eden bilcümle askerler kat'iyyen bilmelidir ki, uhdemize tevdi edilmiş namus vazifesini tamamen ifa etmek için, bir adım geri gitmek yoktur. Hâbü istirahat aramanın, bu istirahatten yalnız bizim değil, bütün milletimizin ebediyen mahrum kalmasına sebebiyet verebileceğini cümlenize hatırlatırım. Bütün arkadaşlarımın hemfikir olduklarına ve düşmanı denize dökmedikçe yorgunluk âsârı göstermeyeceklerine şüphe yoktur.''
Yıllarca sonra Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'nin Devlet Başkanı olarak Marmara'daki bir gezintide iken, Çanakkale Boğazı'nı geçip yarımadanın batı kıyılarına doğru gitmiştir.
Düşman donanmasının asker çıkardığı kıyıları, sıra ile yakından takip ederek giderken, Suvla limanına da girilmişti. Atatürk o günleri yeniden yaşar gibi anlatıyor ve denizden görünen kara kısmında Türk kuvvetlerinin bulunduğu yerleri eliyle işaret ederek, izahat veriyordu. Bu kıyıları takip ederken birden bire denizden görünen bir geçit yerine gözlerini dikmişti:
''İşte burası daimi top ateşi altında, bizi tehdit eden yerdir. İrtibat temin etmek için geçen askerlerimiz maalesef burada büyük zayiata uğramışlardır'' dedi. Böylece Gelibolu Yarımadası'nın batı kıyılarını geminin yavaş bir seyriyle akşama kadar dolaştı. Atatürk şehitlerimizi minnet ve şükranla anmıştı.
Bu savaş sahasını karadan bir heyetle gezdiğim zaman (1935) çok heyecan verici manzaralarla karşılaşmıştık. Bize izahat veren o zamanki savaşlarda bulunmuş General Galib Türker'di.
Conkbayırı, Kemalyeri sanki yeni terk edilmiş savaş meydanı gibi idi. Mermi parçaları, kurşun kovanları, ayakkabılar ve insan kemikleri... O tarihte şehitlerimizin anısı için küçük bir Mehmetçik anıtı dikilmişti. Düşman kuvvetlerinin mezarları geniş sahayı kaplıyordu. Bizim de büyük bir anıtımızın yapılmasını Atatürk'e söylediğim zaman cevabı şu olmuştu. ''Evet biz de Mehmetçiğimizi anmak için büyük, çok büyük anıtlar yapmalıyız. Fakat bu bir zaman ve imkân meselesidir. Bu toprakların o zamanki ve bugünkü Türk sınırları içinde kalmasıyla Mehmetçik en büyük abideyi yurduna hediye etmiştir'' demişti. Bugün burada büyük bir anıt dikilmiştir.
Bu Anafartalar savaşı Türk müdafaasının çetin bir örneğini vermiştir. Her iki tarafta da büyük insan kaybı olmuş, fakat sonunda Birinci Cihan Savaşı'nın başarılı savunması ile, İtilaf devletlerine ne denizden ne de karadan, Karadeniz'e ulaşacak kapılar açılmıştır. Bu durum mütareke (1918) tarihine kadar korunmuştur.
Mustafa Kemal bu savaş esnasında albaylığa terfi etmiştir ve adı orduda olduğu gibi, kamuoyunda da tanınmaya başlamıştır. 1915 yılının son ayında Mustafa Kemal düşmanın bu bölgeden tamamen çekileceğini tahmin ettiğinden, bunu bir hücumla başarmayı üst kumanda mevkiine teklif etmiştir. Fakat bu hareketin yapılmasına rıza gösterilmeyince; 10 Aralık 1915'te de düşman kuvvetleri bu çıkarmada ilerlemeyi yapamadıkları için, oradan çekilmişlerdir. Mustafa Kemal bunu tahmin ettiği ve öngördüğü için bu çekilmenin kendiliklerinden değil, mağlup edilerek olmasını askeri bakımdan daha uygun görüyordu.
Çanakkale ve Gelibolu Yarımadası'ndaki savaşlar için pek çok yayınlar yapılmıştır. Bu savaşta bulunan Urfalı erler yerlerine döndükleri zaman, Mustafa Kemal'den o kadar bahsetmişlerdir ki, mutasarrıf Nusret Bey kamuoyunu ilgilendiren bu ismi bir caddeye koymuş ve yapılan çeşme anıtına da Mustafa Kemal Paşa diye yazdırmıştır (1917).
Memlekette ve dış ülkelerde bu vesile ile tanınmaya başlayan Mustafa Kemal hakkında, İngiliz Bahriye Nazırı Churchill'in Anafartalar savaşları hatıratında, O'nun kumandanlık vasıflarından söz edilir ve Türklüğün geleceğine hâkim bir deha olabileceği kaydedilir.
1915 yılının sonunu, İstanbul ve Sofya'da izinli olarak geçiren Mustafa Kemal 14 Ocak 1916'da Edirne'deki ordu kumandanlığına tayin edilir ve Çanakkale'den dönen 12. Piyade Tümeni'nin başında törenle ve halkın sevgi gösterileri arasında Edirne'ye girer.
Bu kolordunun Kafkas Cephesi'ne gönderilmesi üzerine (27 Şubat 1916) Edirne'den ayrılan Mustafa Kemal, 1 Nisan 1916'da Silvan'da generalliğe terfi etmiş olarak, Doğu Cephesi kuvvetlerinin başında bulunur.
Doğu Cephesi kısmı, Van Gölü güneyinde Çapakçur Boğazı'na kadar uzanıyordu. Diğer tarafta Erzurum işgal edilmiş, III. Ordu, Trabzon, Bayburt ve Kop Dağı hattına çekilmiş bulunuyordu. Üç kolordu ile II. Ordu doğuya ve Ruslara karşı yandan taarruza hazırlanıyordu. Mustafa Kemal Paşa, bu Kafkas Cephesi'nde savunma savaşları yapmış ve düşmanın Diyarbakır üzerine ilerlemesine engel olduğu gibi, Bitlis ve Muş'u da düşman elinden geri almıştır (6-7 Ağustos 1916). Bu başarısından dolayı altın kılıçlı imtiyaz madalyası kazanmıştır. Aynı zamanda II. Ordu Kumandan Vekilliği vazifesi de kendisine verilmiştir. Bu esnada diğer bir cephe olan güneyde ''Hicaz Kuvve-i Seferiyesi'' adı ile teşkil edilmek istenilen kuvvetin kumandanlığına, Mustafa Kemal Paşa tayin edilmiş (1917). Kendisi bu emri alınca Başkumandan Vekili Enver Paşa'nın da bulunduğu Şam'a gitmiştir. Burada, Hicaz ve Suriye'nin askeri durumunu, özellikle cephelerdeki genel durumun tehlikeli olduğu ve bunun için esaslı tedbirler alınması gerektiğini delilleriyle anlatmıştır. Önerdiği esaslar şöyle idi: ''Derhal Hicaz'ın boşaltılması ve toplanabilecek kuvvetlerle Suriye Cephesi'nin kuvvetlendirilmesi''. Bunu delilleriyle oradaki heyete anlattığı için, kabul edilmiş ve böylece kendisine verilmek istenen vazifeye de gerek olmadığı anlaşılmıştır.
Mustafa Kemal Paşa bunun üzerine tekrar Kafkasya Cephesi'ndeki II. Ordu Kumandanlığı'na gitmiştir. Suriye Cephesi tehlikeli durumu muhafaza etmekte iken, Bağdat'ı geri almak için hazırlanan ''Yıldırım Orduları Grubu'' Kumandanlığı'na Alman generali Falkenhayn tayin edilmiştir. Mustafa Kemal Paşa da (5 Temmuz 1917) bu gruba bağlı olan 7. Ordu'ya nakledilmiştir. Ancak kendisi Alman kumandasının askeri planlarını uygun bulmadığı gibi, iç idareye karışmalarına da razı olmuyor ve bu zihniyete karşı geliyordu. General Mustafa Kemal bu fikirlerini delilleriyle raporlar halinde Osmanlı hükümetine, sadrazama, başkumandan vekili ve Harbiye Nazırı'na bildirmiştir. Irak'ta yapılacak askeri hareketin de hiçbir sonuç vermeyeceğini görüyordu. Hakikaten bu cephelerdeki durum gittikçe tehlikeli bir hal almakta iken, Sina Cephesi'ndeki İngiliz ordusu ve donanması Filistin ve Suriye'yi tehdit eder durumda, hazırlık içinde idi. Buna karşı ''Yıldırım Orduları Grubu'' Kumandanı Falkenhayn tarafından tertip edilen askeri planın başarı sağlaması mümkün değildi. Mustafa Kemal Paşa, buradaki inceleme ve izlenimlerinin sonucu, bu tertiplerin başarılı olmayacağını ve memleketin genel zaafını, mülki idarenin artık güvenilemeyecek bir hale geldiğini, ekonomik hayatın felce uğradığını belirten ve bunlara çare olarak tavsiyelerde bulunan bir raporu hükümete vermiştir (2 Eylül 1917). Bu önerileri kabul edilmemiştir. Fakat O, yine rapora ek olarak, yeni tekliflerde bulunmuştur (24 Eylül 1917). Madde madde açıkladığı fikirlerinde I. maddenin sonundaki şu cümle dikkate değer: ''Savaş devam ettiği halde karşısında bulunduğumuz en büyük tehlike, her taraftan çürüyen büyük saltanat binasının bir gün içten, birdenbire ve hep birlikte çökmesi ihtimalidir.''
4. maddede ise şu sonuca varıyor:
''Bu genel durumdan çıkacak sonuç, artık her iş bitmiştir ve bulunacak bir çare kalmamıştır, demek değildir. Böyle bir kötümser kanaatin, düşmanların ve tehlikelerin en büyüğü olduğunu açıklamaya lüzum görmem. Kurtuluş ve yaşama imkânı var olup, ancak tedbirleri bulmak gerek'' diyor ve alınacak kararlar için fikrini açıklayarak devam ediyor:
''Askeri siyasetimiz, bir savunma siyaseti ve elimizde bulunan kuvvetleri ve bir tek neferi dahi son ana kadar saklamak siyaseti olmalıdır. Bu siyasetin memleket dışında bir tek Osmanlı neferinin kalmasına tahammülü olamaz.'' Bu rapor uzundur. Bütün alınacak tedbirleri açıklar.
Başkumandanlık bu fikirlere katılmaz. Fakat az zamanda düşmanın üstün kuvvetlerle taarruzu Filistin'in istilası ile neticelenir ve Kudüs İngilizlerin eline geçer.
Mustafa Kemal'in askeri biyografyasında şu kayıt görülüyor. 9 Ekim 1917'de Suriye'deki 7. Kolordu'dan 2. Ordu'ya tayin ediliyor. 11 Ekim 1917'de ise izinli olarak ve tedavi maksadıyla İstanbul'a gelir ve 7 Kasım 1917'de genel karargâh emrindedir. Bu sırada yirmi gün sürecek bir resmi ziyaret için Almanya'ya gitmeye memur edilmiştir. Bu suretle 1917 yılının son ayında, Osmanlı Veliahtı M. Vahdettin ile Almanya İmparatoru'nun ziyaretine gidilmiştir, (15.XII.1917- 5.1.1918). Mareşal Hindenburg ve General Lüdendorf'la görüşmüştür. Oradaki genel durumu da yakından görme fırsatını bulan General Mustafa Kemal, müttefik devletler için geleceğin mağlubiyet olacağını açıkça söylemekten çekinmemiştir. Almanya'dan dönüşünde hastalandığından, tedavi için Viyana'da Karlsbad'a gitmiştir. Burada geçen bir ay zarfında (Temmuz 1918) Mustafa Kemal memleketinin durumunu daha sükûnetle düşünmeye ve çareler aramaya, aynı zamanda pek çok kitap okumaya fırsat bulmuştur. Siyasi ve sosyal fikirlerinin oluştuğunu bu hatıra defterlerinde kaydeder. Bu sırada O'nun Suriye cephesi için söyledikleri, Osmanlı ordusu aleyhine olarak gerçekleşmiş bulunuyordu. 5 Temmuz 1918'de padişah olarak devletin başına Vahdettin geçmişti. Mustafa Kemal Viyana dönüşü Filistin'deki 7. Ordu'ya yeniden tayin edilmiştir. Fakat artık düşman taarruzunun önüne geçmek imkânsız haldedir. 7 Ağustos 1918'de Filistin ve Suriye üzerinde üstün kuvvetlerle hücuma geçen düşmana, Osmanlı ordusu karşı koyamayacak bir halde idi. Aynı zamanda yerli ahalinin de aleyhte hareket etmesi bu bölgenin korunması güçlüğünü arttırıyordu. Yer yer savaşa devam edilmiş ise de, esas itibarıyla bu askeri hareket bir çekilme idi. Ancak kumandanların dikkat ettiği nokta, bu çekilmede askeri kuvvetleri fazla yıpratmadan bir cephede toplayabilmekti. Bu arada Mustafa Kemal'in kumanda ettiği 7. Ordu, Halep kuzeyinde Antakya çevresindeki cepheyi tutmuş ve düşmanı geçirmemekte başarılı olmuştu. Bu hat hemen hemen bugünkü Türkiye sınırıdır.
30 Ekim 1918'de Osmanlı devleti Mondros Mütarekesi'ni imza ettiği vakit, Alman kumandanlarının Suriye Cephesi'nden ayrılması gerektiğinden, Mustafa Kemal Yıldırım Orduları Kumandanlığı'nı almak mecburiyetinde kalmıştır (31 Ekim 1918). O, bu durum karşısında ve özellikle Mondros Mütarekesi'nin uygulanması bakımından İstanbul hükümetini uyaran telgraflar çekmiş ve sadrazama tavsiyelerde bulunmuştur. İskenderun Limanı'na iaşe bahanesiyle kuvvet çıkarmak isteyen İngiliz donanmasına ateşle karşı koyacağını hükümete bildirmiştir. Çünkü onun inancına göre mütareke olduğu zaman, ordu nerede tutunabilmiş ise, düşman askeri ne bahane ile olursa olsun, oradan ileri geçmemeliydi.
Yıldırım Orduları Kumandanlığı'nı Adana'ya gelerek Liman Von Sanders'ten teslim alan General Mustafa Kemal, bu kuvveti toplayarak güney sınırlarını her ne bahasına olursa olsun, korumayı öngörüyordu. Mondros Mütarekesi'nin ordulara tebliğ edilmesi (2 Kasım 1918) üzerine, Sadrazam İzzet Paşa'ya çektiği telgraflarda, mütareke şartlarının ağırlığını ve müsamaha edildiği takdirde aleyhimize değişik uygulamalara sebep olabileceğini, ağır bir üslup ile protesto ediyordu. Suriye sınırı meselesi üzerinde ise, özellikle Antalya ve İskenderun Limanı için İtilaf devletlerinin harekete geçmelerine karşı geliyordu. General Mustafa Kemal mütareke hükümlerinden tamamen tedirgin ve hükümetin ne olursa olsun zaaf göstermemesini, taviz vermemesini istiyordu. Bu sırada yazdığı telgraflar tarihi belge olarak ilgi çekicidir. İstanbul hükümeti esasen bu esnada kararsızlık ve zaaf içindedir. Fakat Mustafa Kemal'in bu tenkit tutumunu önlemek için, hükümet, Yıldırım Orduları Grubu ve 7. Ordu'yu lağvetmeye ve kumandanını da Harbiye Nezareti emrine almaya karar verir (Kasım 1918).
Mustafa Kemal 13 Kasım 1918 tarihinde İstanbul'a geldiğinde İtilaf donanması savaşla geçemediği Çanakkale Boğazı'ndan mütareke şartlarına göre geçmiş ve İstanbul'a gelmiş bulunuyordu. Mustafa Kemal Haydarpaşa Garı'nda bu manzara karşısında yaverine şunu söylemiştir: ''Geldikleri gibi giderler.'' Bundan sonra devlet merkezinde mağlubiyetin acısı ile pek çetin günler geçecektir.
Böylece 1911-1918 yılları arasında:
Mustafa Kemal Atatürk'ün meslek hayatı, Osmanlı devletinin son yıllarının tarihi olayları açısından ilgi çekicidir. Mustafa Kemal mütevazı bir Türk ailesinin gelenekleri ortamında doğar, kendisinde ilk iz bırakan anısı, okula başlaması için aile içinde eski ve yeni görüşün tartışılmasıdır. Hatta bu ilerki yaşantısına dahi etki yapacak bir olaydır. Ancak yetim kalan ve ailevi geçim zorluklarına rağmen düzenli öğrenim devresini, askeri mesleğin en yüksek seviyesi olan, Erkân-ı Harb (Harb Akademisi) sınıflarına kadar devam ettirmiş ve mezun olmuştur. Bu arada yabancı dil olarak da Fransızcayı öğrenmiş, İstanbul'daki okul devrelerinde siyasi ve edebi cereyanları yakından izlemiştir. İlk vazifesi Suriye'de, sonra Makedonya'dadır. İlk savaşı Trablusgarp'tadır. Balkan Savaşı'nın sonunda ise Edirne'nin kurtuluşuna katıldı. I. Cihan Savaşı'nda Çanakkale müdafaasını Anafartalar'da yapar. Doğu cephesinde Van, Diyarbakır, Bitlis ve Muş'u düşmanlardan geri alır. Nihayet Suriye cephesi ve çekilme hareketi. Mütarekede rütbesi general ve ordu kumandanı sıfatıyla İstanbul'dadır. Dış görünüşte pasif, fakat geleceğin siyasi hayatının hazırlığı içindedir. İşte bu savaş yıllarında hareketli hayatı Mustafa Kemal'e memleketi tanımak fırsatını verirken, vatan topraklarının savunmasında, korunmasında güçlüklerin en çetin anlarını yaşatmıştır. Aynı zamanda bu bölgelerdeki yerli halkı yakından tanımak fırsatını elde etmiş, memleketin çeşitli yerlerinden toplanan ordu mensuplarının ise vatan uğruna canlarını feda edişlerine acı duyarak şahit olmuştur. Bu tecrübeler kendisinde milli hislerin kökleşmesinde en büyük etkendir. Bu savaş yıllarında Mustafa Kemal'in kitap okuyarak nazari bilgilerini geliştirdiği, kendi hatıra yazılarından anlaşılıyor. Böylece zamanın yayınları kendisi için yabancı kalmamaktadır. Devlet idaresi için yeni belirli sistemlerin Türkiye için uygulanacak durumunu, ekonomik meseleleri kendi kafasında olgunlaştırmıştır. Sosyal durum için ise yavaş ilerlemeyi değil, kökten değişikliklerle çağdaş medeniyete erişilebileceğine inanmaktadır. İşte 1881-1918 yılları arasında Osmanlı devletinin vatandaşı Mustafa Kemal, böyle bir hayat tecrübesinden geçmiş ve milleti için düşündüklerini uygulamak açısından giriştiği hareket, Türk tarihinde yeni bir devir açmaya neden olmuştur.
1919 yılında da Türkiye'yi yabancı istilasından kurtarmak için millet birliğini ve egemenliğini amaç edinerek siyasi ve askeri yönden idare etmiştir.
Bu yılın tarihi olayları her bakımdan ilgi çekici bir dönemi gösterir. Genel olarak yabancı işgaller yoğunlaşmıştır. 15 Mayıs 1919'da İtilaf donanmasının desteği ile Yunanlılar İzmir'e asker çıkarmışlardır. Bu, halk arasında büyük bir tepkiye neden olmuştur. Bütün işgallere karşı yer yer karşı gelmeye çalışan Kuvayı Milliye grupları gerilla hareketlerine girişmişlerdir. Milli cemiyetler örgütlenmiş, kongreler yapılmaktadır. Osmanlı hükümeti memlekete hâkim olma durumunu kaybetmekte olup sanki devletlerin isteklerini yerine getirmek için iktidarda tutulmaktadır. Paris Konferansı'nda yapılacak sulh antlaşması, Osmanlı devleti için bir sonuca varmak istemektedir. Memleketin asıl sahibi Türk milleti, başsız, bölünmüş, kuşku içinde, genel durumu hoş görmeyen bir haldedir. Kurtuluş ve bağımsızlık fikirleri ancak bölgesel ayrılıklar içinde düşünülebiliyor. Halbuki tarihi örneklerde bilindiği gibi küçük bölgelerdeki siyasi kuruluşların ömürlü ve bağımsız olmalarına imkân yoktur.
Bir taraftan memleketi kurtarmak için olan bu hareketler ve yer yer örgütlenmeler müspet bir gelişme gösteriyorsa da, diğer taraftan dış devletlere güvenen ve buna dayanarak yine memleketi bölünmelere götüren uğraşmalar vardır. Bu çeşitli fikir ve yönde çalışan grupların çoğunluğu İstanbul'daki merkezlerinden idare edilmektedir. İşte bu tamamen karışık ve her bakımdan milli kuvvetlerin dağılmış bir ortamında, memleketin fikir ve güç kuvvetlerini birliğe götürecek halk egemenliğine dayanacak bir Türk devletinin olması zorunlu idi.
Bu olaylar esnasında ordu kumandanı General Mustafa Kemal 13 Kasım 1918'den itibaren İstanbul'dadır. Çünkü kendisi Suriye cephesinde Yıldırım Orduları Grubu ve 7. Ordu Kumandanı iken Mondros Mütarekesi'nin uygulanmasında İstanbul hükümetinin tutumuna karşı gelerek anlaşmazlığa ve hükümetin emrini yerine gtirmeme durumuna girmiştir. Oradan gönderdiği yazılarında siyasi yönden hükümete tavsiye ve dilekleri olmuştur. Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı ile 7. Ordu'nun lağvedilmesi (7 Kasım 1913) üzerine General Mustafa Kemal, Harbiye Nezareti emrine alınmış, 15 Mayıs 1919'a kadar İstanbul'da kalmıştır. Bu zaman zarfında yabancı işgalinin milli benliği zedeleyen gösterilerine ve tutumuna da tanık olmuştur. Bütün bu olaylar içinde Osmanlı devletinin varlığı artık kabul edilemez durumda idi.
1) İngiltere himayesini istemek, 2) Amerika mandasını kabul etmek, 3) Bölgesel ayrılmalarla egemenliği kurtarmak.
Bu düşünceler ve bunları elde etmek için olan çabaların Türk milli varlığı ve geleceği için hiçbir surette yerinde olmadığı meydanda idi. İşte buna karşı Mustafa Kemal diyor ki: ''Bir tek karar vardı, o da milli egemenliğe dayanan kayıtsız şartsız bağımsız bir Türk devleti kurmak.'' Çünkü İstanbul'daki padişah ve hükümeti İtilaf devletlerini gücendirmemek esasına göre hareket ediyorlar ve bu devletlerden biriyle dahi başa çıkılamayacağı inancını taşıyorlardı. Diğer taraftan halk ve aydınlar da bu zihniyette olmakla beraber, padişah ve halifenin bütün zaafına ve kudretsizliğine rağmen ona karşı sadakat ve bağlılığı esas kabul ediyorlardı. Mustafa Kemal, padişah ile genel durum hakkında görüşmüş, fakat tamamen kişisel duygulara saplanan bir durumda gördüğü devlet başkanından ümidini kesmişti. Hatta İstanbul'a ilk geldiği aylarda hükümette görev alarak mütarekenin uygulanmasını önlemeyi düşünmüş ise de bunda bir başarı sağlayamayacağını anlamıştır. ''Trakya Paşaeli'' Cemiyeti'nin başta bulunanları ile de görüştüğü fikir şudur: Doğu ve Batı Trakya'yı birleştirerek Osmanlı devletinden ayrı bir siyasi kuruluş yapmaya çalışmak. Çünkü onlar da Osmanlı devletinin yıkılmakta olduğunu görüyorlardı. Amaç, ''Trakya Cumhuriyeti'' idi.
Bütün bu dağınık fikir ve hareketlerin örgütlendiği devirde Mustafa Kemal'in son kararı Anadolu'dan idare edilecek bir hareketin başına geçmekti. İşte bunun için bir görev bulunmuştu. Samsun ve çevresinde Türklerin başlattığı gerillayı bastırmak.
Lağvedilmiş Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı General Mustafa Kemal'in Anadolu'da Dokuzuncu Ordu müfettişliğine atanmasını tasdik eden irade çıkmış oluyordu (30 Nisan 1919) (3). Bölge olarak da Sıvas, Van, Trabzon, Erzurum vilayetleri ile Samsun sancağı sınırları içindeki yerlerdi. Bu müfettişliğin emrinde iki kolordu bulunacaktı. Biri, merkezi Sıvas'ta bulunan ve kumandanı Samsun'a Mustafa Kemal ile beraber giden general Refet (Bele) olan 3. ve diğerinin de merkezi Erzurum'da ve kumandanı General Kâzım Karabekir olan 15. Kolordu idi. Ancak yetki emrinde müfettişlik bölgelerini çevreleyen ordu birliklerine de emir verebilecekti. Bunlar Ankara, Kastamonu, Elazığ, Bitlis ve Diyarbakır'dı. Fakat asıl önemlisi bu yetkinin sadece askeri değil, aynı zamanda mülki olması idi. Bu geniş yetkilerin kendisine nasıl verildiğini Mustafa Kemal büyük nutkunda da açıklarken diyor ki: ''Bana bu yetkileri onlar bilerek ve anlayarak vermediler. Sebep Samsun ve çevresindeki asayişsizliği yerinde görüp tedbir almak içindi'' diye kaydettikten sonra, ''Ben bu görevin yerine getirilmesi için bir makam ve yetki sahibi olmayı ileri sürdüm, bunda bir sakınca görmediler. O tarihte Genel Kurmay'da görevli olan ve benim gayemi anlayan yetkili kişilerle görüştüm. Bunun için bana müfettişlik görevini buldular. Selahiyetnameye ait talimatı da ben kendim yazdırdım'' diye kaydeder.
Bu belge sonraları da söz konusu olduğu zaman Mustafa Kemal, onu nasıl arkadaşları ile anlaşarak hazırladığını anlatmıştır.
13 Mayıs 1919 tarihli Harbiye Nezareti'ne gönderdiği yazıda Dokuzuncu Ordu Müfettişi sıfatıyla istekleri şudur:
1) Müfettişlik karargâhı mensuplarının (14 kişi) üç aylık maaşlarının çıkarılması,
2) Müfettişliğin fevkalade masrafları için bir avans verilmesi,
3) En az iki binek otomobilinin lüzumlu olduğu.
4) Karargâhın seferi kabul edilmesi.
Mustafa Kemal bunlar yerine getirildiğinde hemen görevi başına hareket edeceğini de bildiriyordu.
Mustafa Kemal İzmir'in Yunanlılar tarafından işgalinin ertesi günü 16 Mayıs gecesi Bandırma Vapuru'yla İstanbul'dan, on dört kişilik karargâhı ile ayrılmış ve 19 Mayıs'ta Samsun'a çıkmıştır.
Hayatının 39. yılına bastığı ayda, General Mustafa Kemal, Türkiye'yi kurtarma ve yeni bir devlet kurma devrine girmiştir. Samsun'a çıktıktan üç gün sonra İstanbul'da sadaret makamına yazdığı rapor, milli kurtuluş hareketimizin ilk fikri hazırlığının belgesidir. 22 Mayıs 1919 tarihli bu raporda ''Türklüğün yabancı idaresine tahammülü olmadığını, İzmir'in Türklerce önemli vilayetlerden biri olduğu, hiçbir yabancının memleketimizi işgaline razı olamayacağını, askeri kuvvetle yapılan bu işgalin geçici'' olduğunu ifade ettikten sonra, şu program cümleyi yazıyor:
''Millet birlik (yekvücud) olup hâkimiyet esasını ve Türk duygusunu hedef tutmuştur.'' Mustafa Kemal bu resmi belgede Osmanlı hükümetine çok açık bir ifade ile kurtuluş hareketinin birliğe, milli egemenliğe ve Türk milliyetçiliği fikrine dayanacağını bildiriyordu.
1918 mütarekesinden sonra bölgede kurtuluş çareleri aramak ve böylece hiç olmazsa bir yarı egemenliğe kavuşmak için örgüt kuran veya Osmanlı devletinden tamamen ayrılarak başka devletlerin himayesine girmek isteyen çalışmalar karşısında Mustafa Kemal Atatürk, bu cümlesi ile hedef tayin etmiş ve bir prensip koymuş oluyordu:
1) Yurt büyüklüğünde birlik,
2) Demokratik esasa dayanan egemenlik,
3) Milli benliği kuvvetlendirecek Türklük duygusu.
Bunun Osmanlı hükümetinde hiçbir akis yapmadığı anlaşılıyor. Bundan sonra Mustafa Kemal'in Havza'ya gidişi yeni bir teşebbüse neden olacaktır (25 Mayıs - 12 Haziran). Havzalılarla görüşürken ''Hiçbir zaman ümitsiz olmayacağız, çalışacağız ve memleketi kurtaracağız'' diyor. 28 Mayıs 1919'da ise Havza'dan mülki amirlere, bütün kumandanlara gönderdiği bildiride genellikle işgallere karşı, özellikle İzmir'den sonra Manisa ve Aydın'ın da alınması gelecek tehlikeyi daha da açık bir surette gösterdiğinden, yurt bütünlüğünün korunması ve işgalleri protesto etmek amaçları ile milli gösterilerin daha heyecanlı ve sürekli bir surette mitingler halinde yapılmasını tavsiye ediyor. Aynı zamanda bu milli gösterilerin telgraflarla İstanbul hükümetine, yabancı devletlere ve kamuoyuna duyurulmasını istiyor.
Mayıs 1919'daki bu tek imzalı belgeler üç yönlü olarak tarihi değer taşır. Bunlar ilk önce Osmanlı hükümetine, onun esas rejimini kökünden sarsan, milletin egemenliği fikrini yayması, sonra yurtiçinde milletin gösteri yolu ile medeni ölçüleri aşmayan bir durumda işgalleri protesto etmesi, üçüncü olarak da silahlı kuvvetlerin küçük gruplar halinde gerilla taktiği ile düşmanı oyalamasını sağlamasıdır. Fakat bunların en önemlisi asıl ordu kuvvetlerinin savunmaya hazır bir duruma gelebilmesidir.
İstiklal Savaşı'ndan sonra (1920-1922) yeni bir devlet şekli olan cumhuriyetin (1923) kurucusu Mustafa Kemal, memleketin kalkınması için Türk inkılabının önderi olmuştur.